|
|
Dramatik bir benzetmeyle; Ortadoğunun gözde ihracat ürünü haline gelen terör görüntülerini ne yazık ki spor haberleri kadar kanıksadık. Ama ben bu resimlerde başka şeyler görüyorum. İsraile yönelik bir saldırıdan hemen sonra, yeleklerinin arkasında görevleri yazan uzmanlar olay yerine gelip kontrolü sağlıyorlar. Tüm bölge polis kordonlarıyla çevriliyor. Görevliler itinayla delil avlıyorlar. Filistinde ise bombalanan ev etrafında toplanan bir grup, kah ağlayarak kah slogan atarak, insanları yaka paça kurtarmaya çalışıyor. Veya füze isabet eden bir aracın üzerine çıkıp, kaportadan da güç alarak, araçla birbirlerine karışmış yaralıları oradan koparmaya uğraşıyorlar. Sonra da, kurbanlar henüz hayattayken, eller üzerinde sarsıla zıplaya taşınıp, nedense olay yerinden hep uzağa park edilen ambulansların arka bölümlerine atılıveriyorlar. Bir bizdeki trafik kazaları, bir de bunlar. İnsanın içi eziliyor. Hangisi daha ciddi tehdit karar veremiyorsunuz: Terör mü, yoksa ne yaptığını bilmeyen insanların kurtarma operasyonu mu? KOMŞULARIN ORGANİZASYONU FARKLI Bu iki komşu toplum, terör gibi kaotik bir durum karşısında neden çok farklı kalitelerde organize oluyorlar? Elbette yanıtın arkasında kapı gibi bir zenginlik faktörü var, ve elbette Filistin tarafı bir devlet olan İsrailin olanaklarına sahip değil, ama bu durum sadece zenginlik, gelişmişlik, olmadı kaderle açıklanabilir mi? Bazı toplumlar yıllarca süren savaşlarda ülkeleri başlarına yıkılmış durumda bile bir yolunu bulup organize olabilirken, diğerlerinin iş birlikte hareket etmeye gelince hep basiretleri bağlanıyor. Yoksa adetler, kültür ve değer yargıları toplumların organizasyon becerilerini ve ekonomik performanslarını açıklarken, doğal kaynaklardan ve kaderden daha sağlam ipuçları mı sağlıyor bize? EKONOMİK PERFORMANS VE KÜLTÜR Günümüzde toplumların ekonomik karnelerini artık, sahip oldukları doğal kaynakların bolluğundan çok kültürleri, davranış biçimleri ve değerleri belirliyor. Doğal kaynaklara yaslanan tembel zenginlik dönemi, koltuğunu çoktan bilgi ve araştırmaya dayalı büyümeye bıraktı. Bir araştırmayla bazı ülkelerin 1965-1987 yılları arasındaki ekonomik büyüme performansları incelenmiş. Farkların yüzde 50 gibi hatırı sayılır bir bölümünün, eğitim, nüfus artışı, beslenme, teknolojik yenilikler ve yaratıcılık gibi kültürel faktörler ile daha doğru açıklanabildiği saptanmış. Ekonomistler de artık, rekabetin komünizm ve kapitalizmden çok, kapitalizmin kültürel türevleri arasında yaşandığını söylüyorlar. Örneğin, Amerikan toplumunun DNAsı, tek başına hareket etme, rekabet ve serbest girişimdir. İşbirliğini ve birlikte çok çalışmayı, bireysellikten daha üstün kabul eden Japonların ise toplulukçu bir yoğurt yeme tarzları var. ÇİN VE JAPONYA Çin ve Japonya gibi komşu ülkelerin performans farkları irdelenirken, kültür farkı daha da belirginleşiyor. Çünkü o zaman coğrafi faktörler ve doğal kaynaklar benzer olduğunda, kültürün etkisini tek başına görebiliyorsunuz. Kolay boyun eğen, sessiz ve uysal Çinliler, asırlarca despotlar tarafından yönetilmeye rıza göstermişler. Japonların ise enerjileri, bağımsız karakterleri ve yüksek seviyedeki öz güvenleriyle bambaşka bir başarı çizgileri var. Bu özellikler ekonomik performanslara da yansıyor. Japonlar, işlerinin dışında bir konuya zaman harcamaktan günahtan olduğu kadar kaçınıyorlar. İç içe geçmiş toplumsal değerler ve din de dünyevi başarıyı yüceltiyor. Zen Budist rahip Suzuki Shosanın (1579-1655) öğretisinden alıntı yaparsak: Bütün meslekler aslında birer Budist ibadettir. İşimiz aracılığıyla Budist kurtuluşa ulaşırız. Hıristiyanlık da 16. yüzyılda, Protestanlık ve Kalvinizm gibi daha dünyevi versiyonlarına bölünüyordu. Kuzey Avrupa ülkelerindeki kültür devrimleriyle global ticaret büyümeye başladı. Eski bir Hollanda şiirinde anlatıldığı gibi: Biz Amsterdamlılar, kar peşinde denizleri ve kıyıları keşfederiz, aklımızda kazanç varsa; dünyanın bütün limanlarını gezeriz... FRANSA MİLLİYETÇİLİĞİ PAHALI ÖDEDİ Philip Kotler, Ulusların Pazarlanması isimli kitabında, değer yargılarının bir ülke ekonomisini nasıl şekillendirdiğine örnek olarak Fransayı gösteriyor: Fransız şirketleri, önemli ölçüde ihracat yapmalarına rağmen, gelişmeye devam ederek birer çokuluslu şirket olamadılar... Bu alanda Fransa stratejik üstünlüğü, daha fazla dışa yönelik, dinamik ve ileriyi gören Hollandalı, Alman, İsveçli, İsviçreli ve Amerikalı rakiplerine kaptırdı. Fransızların kendi kimliklerine verdikleri aşırı önemin bir sonucu olarak, ülke dışında faaliyet gösteren Fransız şirketi sayısı ve yabancı dil bilen yöneticilerin oranı bir hayli azdır... Özetle; Fransız halkı kendi yaşam biçimlerinden çok fazla memnun ve global liderliğin fayda sağlayacağından kuşkulu bir toplumdur. PARA ZENGİNLİK GETİRMEZ! Başka toplumlarda da kültürel değerler ekonomik gelişmeye ayak bağı oluyor. Petrol zengini Arap ülkelerinden bir tüccarın kendi cümleleriyle: Paramız var, ama biz zengin değiliz. Zenginlik eğitimdir, çok çalışmaktır, deneyimdir. Zenginlik, teknoloji ve bilgidir. Hiç tanımadığımız bir babadan kalan büyük bir mirası kucağımızda bulmuş gibiyiz. Pazara çıkıp bakın; evimizi inşa ederken kullandığımız kiremitten arabalara kadar her şey ithal... Kiremit bile üretmeyi bilmeyen bir toplum zengin sayılabilir mi? KAPALI TÜRKİYE Şimdi el âlemi bırakıp biraz kendimize bakalım. Bence Kotlerin örneğindeki Fransa gibi, biz de dışa çok açık sayılmayız. Ama kibirden değil; belki de uzun bir tarih boyunca başkalarıyla ticari irtibatımız olmadığından. Çünkü başka toplumlarla yakınlaşmanın en iyi yolu onlarla alış veriş yapmaktır. Bugün ekonomik başarı için, dış pazarlara hakim olmanız gerekiyor. Bilirsiniz satıcı müşteriye uyar, ayağına kadar gider. Eğer geniş bir müşteri tabanı oluşturmak istiyorsak, bizim de yabancı ülkelere gidip, onların kültürlerini yeni bir lisanı söker gibi öğrenmemiz şart. Ama yabancı dil bilen, dışarıyı takip eden ve değişik kültürlere ilgi duyanlarımızın sayısı yeterli değil. Birçok yöneticimiz yurtdışındaki benzerleri kadar yetenekli, ama sosyal tercihlerinden dolayı çok azı yurtdışında çalışmaya hazır. Çoğumuz gurbette uyum güçlüğü yaşıyoruz. Böyle olunca da misafir olduğumuz toplum içinde eriyip, uzun süre orada kalamıyoruz. Sporcularımızda bu durum çok daha yalın izleniyor. Değişik coğrafyalardan gelen futbolcular transfer oldukları ülkenin lisanını, kültürünü hemen kapıp kendilerini harmanlayabiliyorken, bizimkilerin çoğu 3-5 ay dışarıda kalıp sonra yuvalarına geri dönüyorlar. Sizin anlayacağınız; biraz toplum kuzusuyuz. Bizde, maceracı bir öncülük ruhuna sık rastlanmaz. Rahatımıza biraz fazla düşkünüz. Örneğin gençken sırtına çantayı vurup ucuz yolundan dünyayı gezenimiz azdır. Etrafımızda hep bizi seven arkadaşlar ve ailemiz olsun isteriz. Batının bireysel hayatı pek bize göre değil. İMAJ VE OYUNUN KURALLARI Başka bir zayıf nokta ise ticaret etiğimiz. Bir büyük şirketin yabancı teknoloji firmalarına taktığı milyarlarca dolar borca açıklama olarak: Burası bizim çöplük, işinize gelirse kabadayılıkları, aslında kendi ticaretimize ve ekonomimize attığımız kazıklar. İmaj yarışında iyi bir pozisyondan başlayamıyoruz. Oyunu kurallarına uygun oynamayı da nedense bir boyun eğme gibi algılıyoruz. Sıkı pazarlık ve akıllı hamleler yapmakla kurnazlığı birbirine karıştırıyoruz. AB ile olan ilişkilerimiz, global ekonomi ve siyaset oyununu kurallarına göre oynamayı bilmediğimizin okkalı bir kanıtı. Geçenlerde bir ABli yetkili, Türk yaklaşımındaki farkı şöyle özetlemiş: Diğer aday ülkeler kurallarımız içinde kalarak bizimle sıkı bir pazarlığa girdiler. Siz ise kurallarımızı sorguluyor ve değiştirmemizi istiyorsunuz. Dünya kültürlerini inceleyip, her birinden alınacak ilhamla kendi tarzımızı geliştiremediğimiz için de biçimselliğin işportasından kaptığımız sığ şablonları kendimize uydurmaya çalışıyoruz. Bu yüzden ya Batıya hayranız ya Doğuya ya da körü körüne kendimize. Global olabilmemiz için bir ton ekmek fırında bizi bekliyor. İYİ TARAFLAR YOK MU? Elbette olumlu özellikler de var. Hatta bazıları bizi adamakıllı marka-ülke yapacak özgünlükte. Misafirperverlik ilkidir. En az Peri Bacaları veya Nemrut Dağı kadar üstüne titrenilesi bir kültür mirasıdır. Hiç aşındırmadan saklanmalı. Dahası, potansiyelimize kimse yan bakamaz; bu dinamik, çalışkan ve genç toplumun uluslararası iş sahalarında yakalayacağı ne çok fırsatlar var düşünsenize... Hele yeni nesiller başarıya ve kendilerini kanıtlamaya henüz doymamışlarsa. Hırslı ve yetenekli bir nesil, gelişmiş ülkelerdeki Türkiye resmini de değiştirecektir. Çalışarak yaratmadığınız avantajlardan geçinme yılları geride kaldı: Sokaktaki adamın ne düşündüğü hiç önemli değil; stratejik coğrafyamız sağolsun. Biz onların hükümetleriyle işi bitirir, istediğimiz tavizleri koparırız demeyin. Bugün ABye kabul edilmemize en yüksek engellerden biri de Türkiyenin, Avrupa kamuoyundaki yaygın olumsuz imajıdır. Bir başka avantajımız da Türk çalışma kültürünün insan faktörünü önemseyen bir özelliğe sahip olması. İşten çıkarılması gereken bir çalışanı, bakmakla yükümlü bir ailesi varsa yıllarca tutabiliyoruz. Zor durumda olan iş arkadaşına, ofiste para toplayarak yardım eden kaç toplum tanıyorsunuz? Bu, korunması gereken bir özellik çünkü dayanışma, birlikte çalışmanın ve kazanmanın çimentosudur. PANZEHİR MARKALAŞMAK Yavaş yavaş toparlanalım. Şu kesin ki toplumlar, başarıya giderken sadece taşları özgün kültürle döşenmiş bir yolu kullanabiliyorlar. Kültür bir toplumun öznel kişiliği ve iç dünyasıdır. Ekonomik kaderin panzehiri de bu iç dünyayı geliştirmek ve markalaştırmaktır. Schopenhauerin dediği gibi: Başarı ve mutluluğumuz ne olduğumuza ve bireyselliğimize bağlıdır; oysa bu konuda çoğu kez akla gelen yanlızca kaderimiz, sahip olduklarımız ya da neyi temsil ettiğimizdir. Ama kader iyileşebilir. Ayrıca iç dünyası zengin olan kaderden çok şey beklemez. | ||||
Bankaların kara tahtaları siliniyor | |||
|
|||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler | Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||||||||||||