|
|
Hadi hiçbiri olmadı, diyelim ki benim gibi kronik bir hayvantaparsınız. O zaman da Afrikalı kabilelerin gergedan ve filleri katledip onların vücut parçalarını, aslında cinsel dopingden çok zekaya ihtiyacı olan adamlara hortumlamasını mı önlere yazardınız? Eğer yukarıdaki başlıklardan en az biri aklınıza geldiyse, sizi önce tebrik eder sonra da uygar ve eğitimli birey teşhisimi yakanıza iliştirirdim; çünkü çevre bilinciniz, gelişmiş bir ülke vatandaşınınkine çok benziyor. TUZU KURUGİLLER Son haftaların cin pazarı formundaki siyasetimizde, Bay Dervişin giydiği gömlek ne mavisidir (Yanıt: Deniz mavisi imiş) gibi öncelikli (!) sorularla aklımız sirkeleşmiş olmalı ki, Eylül başında Johannesburgda gerçekleştirilen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi sosyal dikkatimizden pek nemalanamadı. Zirvede, 92 Rio ve 98 Kyoto toplantılarında, Batının çeyrek gönülle verdiği sözlerin gerçekleşmesini ümitli bir sabırla bekleyen üçüncü dünya ülkeleri, çevre sorunları tanımında artık farklı bir yorumun da kabul gördüğünü hayal kırıklığı içinde anladılar. 1970lerde başlayan süreç sonunda, sanayi üretimlerine temiz teknolojilerle çekidüzen veren gelişmiş ülkelerde odak, ekonomik büyümeden çevreye verilen zarara kaydı. Bu toplumların ortak bilincinde, çevre başlıkları, artık üçüncü dünya fanusu içine itilmiş uzak-akraba bir sorun olarak algılanıyor. Eleştiriler de, global iş ve ticaret çıkar grubunun, zirveyi uçak gibi kaçırıp başka gündemlere zorla indirdiğinde birleşiyor. Kendilerinden çevre zekatı beklenen, ama aslında kaçın kurası olan zenginler, ağızlarındaki baklayı toplantılarda çıkarıverdiler : Gelin önce bize pazarlarınızı açın, beraber iş yapalım; ekonominiz ve demokrasiniz palazlansın, bu süreçte çevre yan etki olarak kendiliğinden iyileşecektir. Bunda, uluslararası ilişkilerde iş dünyasının esas oğlan/kız rollerini kapmaya başlamasının etkisi en önde gidiyor. Artık zengin ülke hükümetlerinin görevi de büyük şirketlere cheerleaderlık yaparak, onlara global sahaların yolunu açmak ve siyasi altyapı hizmetleri götürmek. Yoksulların derdi tasası ise hala büyüme ve gelir dağılımında. Daha cetvelle çizilmiş bir ifadeyle: Kafalarını suyun üstünde tutabilmekte. NEFESİNİZİ TUTUN Zirve sırasında gelişmiş ülkelerde belli gruplar, geçen otuz senede çevre eylemcilerinin, nasıl velveleci bir felaket tellâllığı yaptıklarını konuşuyorlardı. Bu gruplara bakarsanız, son yıllarda motorlu araçlar hem daha fazla geri dönüşümlü malzemeden yapılıyormuş, hem de emisyon en aza indirilmiş. Yakında daha çevreci enerji türlerini kullanabilen motorlar üretileceği için de sorun ortadan kalkacakmış. Çevreyi baskı altında tutan enerji gereksinmesi ise, Avrupa ve ABDde kullanılan sanat eseri yalıtım sistemleri ve elektriği adeta koklayan ev aletleri sayesinde yüzde 50 azalmış. Miş, mış... Dünyanın garibanları ise, bırakın kırk yılın başında bulabildikleri enerjiyi doğa dostu kanallardan elde etmeyi, karınlarını doyurabilmek için bile çevrelerini istismar şiddetinde kanırtmak zorundalar. Günümüzde azgelişmişlik mahşerinin dört atlısından üçü olan nüfus artışı, altyapı yetersizliği ve işsizlik, çevre dengelerini alabora eden şartları da doğrudan besliyor. Yoksul toplumlar; sahip oldukları teknoloji ve know-howın güdüklüğünden, üretimlerini çevreyi yıkmadan, tüketimlerini de çöp ve atıklarla kirliliğe neden olmadan gerçekleştiremiyorlar. Onlar için çevre, gelecek nesillere bırakılacak bir armağan yerine, karınlarını doyurabilmek için hoyratça sağdıkları bir doğal varlık veya bakır yumurtlayan kaz gibi. Bu durumdaki yoksul ülkelerden, ekonomileri gelişinceye kadar, nefeslerini tutup dayanmalarını istemek, acil ameliyat ihtiyacı olan bir hastaya doktorun diyet ve spor önermesi gibi bir şey. DOĞAL AFETLER MİLLİ PARKI Peki, değerli okur, çok modern bir çevre bilincine sahip olduğunuzu, yazının ta başında anlamıştık. Üstüne üstlük bir de İstanbulluysanız, şimdi bana yanıt verin lütfen. Yarım saatlik fevri bir yağmurun, şehirde ölümlü su baskınlarına neden olduğunu gazetede okusanız... Veya Boğazda, yeşil alanlara zengin çirkinlikte -ev demeye dilim varmıyor- beton yığınları yapıldığına gözünüz takılsa, İstanbulu çevre sorunları listenizde nereye yerleştirirdiniz? Şimdi, yazının en tatlı yerinde, tam zenginlerle aynı safta durup yoksullara akıl satarken veya gelişmişleri ikiyüzlülükle suçlarken bu sorgulama da nereden çıktı mı diyorsunuz? İstanbul, çevre değerlerini korumada apaçık bir yoksul ülke performansı gösteriyor. Fırsat bu fırsat ben de bir yanılgımızı yüzümüze vurayım dedim: Adına şehir dediğimiz için midir bilemem, çevre lafı geçince, yaşadığımız yerlerin dışında mekanlar geliyor aklımıza. Oysa, zaten en iyi siz bilirsiniz; kendi kaderine buyruk, tevekküllü bir felç içinde köyleşen İstanbulun üzerine çekilen şark kurnazı cilayı, yağmur, deprem veya kar biraz kazımayagörsün, altından koskoca bir doğal afet milli parkı sırıtıverir. Dere yataklarına kondurulmasına fütursuzca izin verilen derme çatmalar, altyapısızlık da olaya karışınca, bir felaket tablosu çıkarıyor karşımıza. Belediye Başkanımız ise gözümüzün içine romantik bakarak durumu açıklayıveriyor: E, 50 yılın birikimi ile kargacık burgacık bir ucube oluşmuş, ama biz altyapı çalışmalarımızı hızlandırdık, çözeceğiz evvel Allah... Az(biraz)gelişmişlik zaten bir paradoks ziyafetidir. Bu açıklamasından sonra Başkanınızı malum sorundan, ancak sabıkalı yağmurların geleceğini alametleyen o şom ağızlı hava tahmincileri kadar sorumlu tutabilirsiniz. Ama cari belediyemiz de zamanında, belli dere yataklarını ve su havzalarını siyasetimizin tiryakisi olduğu üzere, gecekondu sitelerine açmaya gözlerini kapamamış mıdır acaba? O zamanki seçimlerde burçlarında yazmıyordu herhalde; önlenemedi... BURADA BİR KÖY VAR YAKINDA Köylerinde, çevreyi bir ekmek teknesi olarak bilen halk, meslek ve yetenekleri olmadan şehrin yanaklarına göçüp, köylerinden bile daha altyapı fukarası nişlere sığınıyorlar. Haliyle etrafta değerlendirecek bir doğa bulamayınca da başka yöntemlerin peşine düşüyorlar; örneğin otopark rantı. Aracınızı bir yere park etmeye görün, Binbir Gece Masallarının her satırında karşınıza çıkan ifritler gibi bir adam başınıza dikiliverir. Gönlünüzden metazori kopacak göz kirasını ister. Neden para verdiğinizi anlamadan bir şeyler ödeyip belayı ertelersiniz. Otopark rantı, şehrin doğası sayılabilecek asfalt ve beton üzerinden, üretmeden ve değer katmadan para kazanmaktır; tıpkı orman kesip satmak gibi. Nüfus artışı bu hızla giderse, olmayan çevre politikamız ve olduğu halde uygulan(a)mayan yasa ve kurallar ile yakında, bu şehrin de doğal kaynaklarını bitirmemiz ve deniz manzaralı başka bir mekana göç etmek zorunda kalmamız olasıdır. Yok eğer mutlaka bu şehirde kalmak gibi bir saplantımız varsa benim de naçizane bir önerim var. Madem hızla köyleşiyoruz, İstanbulu adam gibi bir köy yapalım. Böylece hem temiz hava soluruz hem de etrafta iki üç sevimli buzağı, kuzu ve biraz yeşil alan filan görüp neşeleniriz. Çünkü yakında bize köy şablonundan bir tek altyapı yetersizliği düşecek, temiz hava ve doğadan nasibimize bir şey kalmayacak. Tam zamanıdır. Hadi seçim öncesi siyasi baskıyla, saman tadındaki ilimizi oy karşılığında köy yaptıralım. | ||||
Bankaların kara tahtaları siliniyor | |||
|
|||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler | Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||||||||||||