|
Bu yazı dizisinde Çin ekonomisinin, 1970li yılların sonunda başlayan ve halen devam etmekte olan reform ve dışa açılma sürecinde ulaşmış olduğu noktayı ve küresel ekonomi içindeki yerini inceleyecek, Çinin avantajlarını ve karşı karşıya olduğu güçlükleri değerlendirerek uyanan devin Türkiyeyi nasıl etkileyeceğini tartışacağız.
Napolyon, uyarısını kendi gözlemlerine ve seyyahların anlattıklarına dayanarak yapmıştı. Elinde tabii ki bugünkü anlamda istatistiki veriler yoktu. Bugün ekonomistlerin yaptığı çalışmalar ise Çinin Napolyon zamanında sahip olduğu potansiyelin ne kadar büyük olduğu ortaya koyuyor. OECD tarafından yayınlanmış olan tarihi istatistiklere göre 1820 yılında, yani Napolyonun ölümünden bir yıl önce, dünyanın toplam nüfusu 1 milyar 40 milyon iken, Çinin nüfusu 380 milyonmuş. Kıyaslama yapılacak olursa aynı dönemde ABDnin nüfusu 10 milyon, Fransanın 31 milyon, Almanyanın 25 milyon, İngilterenin 21 milyon, Osmanlı İmparatorluğunun ise 23 milyon civarındaydı.
DÜNYA EKONOMİSİNDE AĞIRLIĞI BÜYÜK
OECDnin istatistikleri, Çinin tarih boyunca dünya ekonomisi içerisinde büyük ağırlığa sahip olduğunu gösteriyor. Bu verilere göre, Hz.İsanın doğduğu yıl, Çin GSYİHsi, dünya GSYİHsinin yüzde 26.1ine tekabül ediyormuş.
Bu oran, M.S. 1000 yılında yüzde 22.7, 1500de yüzde 24.9, 1600de yüzde 29.0, 1700de yüzde 22.3, 1820 yılında ise yüzde 32.9 olarak gerçekleşmiş. 1820 yılında İngiltere GSYİHsinin dünya ekonomisindeki payı yüzde 5.2, Fransanın yüzde 5.1, Almanyanın ise yüzde 3.9. ABDnin payı ise sadece yüzde 1.8.
Daha sonraki yıllarda ise Çinin dünya ekonomisi içerisindeki payının hızla azaldığı gözlemleniyor. Bu oran, 1870de yüzde 17.1e, 1913te yüzde 8.8, 1950de, yani Çin Halk Cumhuriyetinin kurulmasından hemen sonra ise yüzde 4.5e kadar düşmüş. 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 20. yüzyılın ilk yarısında da devam eden bu düşüşün en önemli sebeplerinden birisi, Batının uyuyan devi silah zoruyla uyandırmaya çalışması. 19. yüzyılın ortalarında, Çinde Qing Hanedanının hüküm sürdüğü dönemde, Avrupanın yoğun bir şekilde ithalat yaptığını, ancak buna karşılık kendi ürünleriyle Çin pazarına giremediğini görüyoruz. Avrupalılar, Çine satabilecekleri en uygun ürün olarak haşhaşı tespit etmişlerdi. 1821 ile 1837 yılları arasında İngiltereden Çine haşhaş ihracatı beş kat arttı. Ne var ki zamanla halk içinde uyuşturucu madde bağımlılığının artması nedeniyle Qing yönetimi haşhaş alımına son vermek istedi. İngilterenin buna tepkisi sert oldu ve İngiliz savaş gemileri Çine müdahalede bulundular.
1839-1842 yılları arasında gerçekleşen Haşhaş Savaşlarında İngilizler, ticaret için çok önemli olan Yangtze ve İnci Nehirlerinin ağızlarını ele geçirdiler, Şangayı işgal etiler ve ateşkes ile beraber Hong Kongu da kendilerine bağladılar. Savaşın en önemli sonucu ise mağlup Çinin serbest ticaret anlaşması imzalamak zorunda kalmasıydı. İlerleyen yıllarda Çin ekonomisindeki İngiliz etkinliği arttı, piyasa ucuz ithal mallarıyla doldu, halk fakirleşti. Qing Hanedanı, prestijini tamamen yitirdi.
|
|
|
| |
1912 yılında Qing Hanedanının devrilmesi ile kurulan Çin Cumhuriyeti, ciddi yönetim boşlukları, iç karışıklıklar, dünya savaşları ve Japon işgali gibi ağır sorunlar yaşadı. 2. Dünya Savaşından sonra iktidardaki Kuomintang partisi ile komünistler arasındaki iç savaştan Mao Zedong liderliğindeki komünistler galip çıktı ve 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu.
KÜLTÜR DEVRİMİ ÜLKEYİ DURDURDU
Mao döneminde Çin kapılarını dış dünyaya tamamen kapattı. 1958 yılında Sovyet modelinden de vazgeçen Mao, sınai ve zirai üretimin kısa sürede ve büyük oranlarda artırılmasına yönelik Büyük İleri Atılım programını uygulamaya koydu. Maoist teoriye göre devrim, gücünü çiftçi sınıfından almaktaydı. Bu güç, Çinin feodal geçmişinden kurtulabilmesinin tek yoluydu. Ekonomide de, kırsal sanayileşme, şehirsel sanayileşmeden önce gelmeliydi. 1959-61 yılları arasında uygulanan Büyük İleri Atılım çerçevesinde komünler oluşturuldu, Çinin dört bir köşesinde çelik fabrikaları kuruldu. Amaç Çin ekonomisinin ağırlığının tarıma verilmesi ve bir yandan da küçük ölçekli işletmelerle kırsal sanayileşmenin sağlanmasıydı.
Ne var ki, plan beklenen sonuçları getirmedi. Planlamalar, ekonomik rasyonaliteden çok ideoloji temel alınarak yapılıyordu. Bununla beraber kadroların deneyimsizliği, komün sistemine karşı oluşan muhalefet, Rus yardımının kesilmesi ve tarım sektörünün kuraklık nedeniyle beklenen verimi sağlayamaması nedeniyle program hedeflerine ulaşamadığı gibi kıtlığa ve dolayısıyla milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. 1966 yılında Maonun başlattığı ve esasında parti içerisinde kendisine karşı olarak oluşan muhalefeti bastırma amacını taşıyan Büyük Kültür Devrimi de büyük sosyal yaralar açtığı gibi Çinin ekonomik kalkınmasını da en az 10 yıl geriye attı.
Maonun ölümünden sonra başa geçen Deng Xiaoping ile beraber ekonomik reformlar, dışa açılma ve planlı ekonomiden kademe kademe piyasa ekonomisine geçiş başladı. Pragmatik bir yaklaşımın benimsendiği bu dönemde ekonomi politikaları, Mao döneminde olduğu gibi siyasi ideolojiler değil somut veriler temel alınarak uygulandı ve bütün ülke için tek bir program yerine her coğrafi bölge ve ekonomik sektör için kendi şartlarına uygun programlar hazırlandı. Aynı dönemde dış ticaret ve yabancı doğrudan yatırıma da önem verildi velmiştir, serbest bölgeler hayata geçirildi. 1970lerde düşük kaliteli basit ürünler ihraç eden Çin, zaman içerisinde yüksek teknoloji ürünleri ihracatçısı haline geldi.
SOSYALİST PAZAR EKONOMİSİ MODELİ
Piyasa mekanizmalarını benimseyen ama aynı zamanda ekonomide kamu mülkiyetini de koruyan Çin ekonomisi, ülke yöneticileri tarafından sosyalist pazar ekonomisi olarak nitelendirilmektedir. Deng Xiaopingin 24 Aralık 1990 tarihinde Komünist Parti Merkez Komite toplantısında yaptığı konuşmada söyledikleri, bu anlayışı net bir şekilde izah ediyor:
Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farkın, piyasa ekonomisi ile planlı ekonomi arasındaki fark olduğunu düşünmemelisiniz. Sosyalizmde piyasa güçlerinin getirdiği kurallar, kapitalizmde ise planlama suretiyle kontrol vardır. Kapitalizmin kontrolsüz serbestlik olduğunu mu sanıyorsunuz? Pazar ekonomisi ilkelerini benimsersek kapitalist yolu izlememiz gerekeceğini düşünmeyin. Bu doğru değildir. Hem planlı ekonomi, hem de pazar ekonomisi gereklidir. Pazar ekonomimiz olmazsa diğer ülkelerle ilgili bilgilere ulaşamayız ve geride kalırız.
Çinin son 25 yıldır içerisinde bulunduğu ekonomik reform süreci büyük ölçüde başarılı oldu. 1970 yılında 106 milyar dolar olan Çin GSYİHsi, 2003 yılında 1.3 trilyon dolar olarak gerçekleşti. Küresel ekonomi çerçevesinde konumunu gittikçe geliştiren Çin, dünya ticaretinin en önemli oyuncularından birisi haline geldi. Ekonomik açılımı paralelinde siyasi olarak da dünyaya açılan ve uluslararası örgütlerde ve bölgesel ortaklıklarda daha aktif bir şekilde yer alan Çin, yeni dünya düzeninde yeni bir lider olarak ön plana çıkıyor.
KÜRESELLEŞME ÖNCESİ REFORM YAPILDI
Çinin ekonomik reformlarının ulaştığı başarıyı incelerken göz ardı edilmemesi gereken bazı noktalar bulunuyor. Çin Halk Cumhuriyeti, sosyalist ekonomiden pazar ekonomisine geçiş sürecini başlatan ilk ülkeydi. Dolayısıyla ortada örnek alabileceği, ya da hatalarından ders çıkartabileceği bir model yoktu. Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri ise, Çinden 12-13 yıl sonra aynı süreci başlattılar, ancak Çinin yaşamadığı birçok sorunla karşı karşıya geldiler.
Örnek olarak Rusyayı ele alacak olursak, bu ülke 1991de SSCBnin dağılmasından sonra başladığı geçiş sürecinde Çinin istikrarını sağlayamamış, Rusyada planlı ekonominin sona ermesiyle oluşan boşluğa piyasa ilkelerinin yanısıra oligarklar, mafya ve kleptokrasi gibi unsurlar da dolmuştur.
Çinin bu tür sorunlar yaşamaması ve nispeten daha istikrarlı bir büyüme sergilemesinin ardında üç önemli sebep yatıyor. Bunlardan birincisi, Çinin reform sürecinin zamanlaması. Çinin geçiş süreci, 1970li yılların sonlarında, Soğuk Savaşın devam ettiği küreselleşme öncesi dönemde başladı. Reformların temeli büyük ölçüde bu dönemde atıldı. Dünya ekonomileri o dönemde bugünkü kadar birbirleriyle etkileşim içerisinde değillerdi. Küreselleşmenin getirdiği olumsuzluklar, belirli sınıflar hızla zenginleşirken diğerlerini geriye iten unsurlar yoktu. Dolayısıyla Çin, reformlarını nispeten daha steril bir ortamda, olumsuz dış faktörlerin etkisinde kalmadan başlatabildi. İkinci bir sebep ise Batılı yazarların Asya değerleri olarak nitelendirdikleri, Konfüçyus öğretilerine dayanan ve bireyi değil toplumu ön plana çıkartan anlayıştı. Planlı ekonomiden pazar ekonomisine geçişte oluşan boşluklar doldurulurken bireysel çıkarlar değil toplum çıkarları ön planda tutuldu.
Rusyada ise reformlar küreselleşme ortamında başlatıldı. Diğer yandan, gerek yöneticilerin, gerekse iş çevrelerini bireysel çıkarları daima ön plandaydı. Sonuç olarak oligarklar denilen bir zenginler sınıfı oluştu. Devlet yönetiminde bağlantıları olan bazı kişiler özelleştirilen kamu kuruluşlarını komik rakamlara kapattılar ve bir gecede dolar milyarderi oluverdiler. Küreselleşmenin çarkları, bu kişilerin gün geçtikçe Rus ekonomisinden daha büyük paylar alabilmelerini sağlarken, sokaktaki halk ise reformların nimetlerinden aynı ölçüde faydalanamadığı gibi, daha önceki dönemde sahip olduğu sosyal hakların çoğundan da mahrum kaldı.
Üçüncü olarak da Rusyanın ve diğer birçok BDT ülkesinin sahip olduğu doğal kaynaklar ve özellikle de petrol ve doğalgaz, bu ülkelerin ekonomilerinin doğal kaynak ihracatına bağımlı kalmasına ve ekonominin diğer sektörlerinin gelişememesine yol açtı. Çinde ise böyle bir bağımlılık söz konusu olmadığından yapılan reformlar doğrudan imalat başta olmak üzere birçok sektörün gelişmesinde etkili oldu.
Gelecek yazımızda Çin ekonomisinin bugünkü durumunu inceleyeceğiz. |
|