Home page
Haber Menüsü


 
John Nash’i elimden nasıl kaçırdım ?
 
Eğer ben o öğleden sonra John Nash’i masama buyur edebilseydim, ona Y.O. hikâyesinden biraz bahseder ve vakayla ilgili yorumlarını isterdim.
 
Hakan Yaman
NTV-MSNBC
 
2 Ekim 2003—   Kendimi asla affetmeyeceğim. Böyle bir aptallığı nasıl yaptın be Hakan! Sen kim, sezgileriyle övünmek kim. Geçen hafta bir arkadaşımla Taksim’deki The Marmara Cafe’de, girişe yakın bir masada sohbet ediyoruz. Benim yüzüm kapıya dönük. İçeriye yaşlı, spor giyimli ve kendi hâlinde bir turist girdi. Servis elemanlarının kullandığı masadan bir menü alıp ayakta okumaya başladı. Adamı bir yerden gözüm ısırıyor. Tamam buldum, bu John Nash; hani iki sene önce, Sylvia Nasar’ın “A Beautiful Mind (Akıl Oyunları)” isimli romanından uyarlanan dört Oscar’lı filmde hayatı anlatılan matematik profesörü. 1994’de, ekonomi dalında Nobel alan bir dâhi. İstanbul’da olduğunu gazetelerde okumuştum.

   
 
       
   
MSNBC News Hakan Yaman: Eski köye yeni e-devlet...
MSNBC News Hakan Yaman: Paramı çal ama ideolojime dokunma...
MSNBC News Hakan Yaman: Nemaların kardeşliği
MSNBC News Hakan Yaman: Müşteri memnuniyeti bir safsatadır!
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Nash olduğunu düşündüğüm kişi, iki metre ileride tek başına ayakta durup menüye bakıyor. Ben ise ani gelen bir felç ile masama çakılıp kalıyorum. Bir türlü kalkıp tanışmak için gereken hamleyi yapamıyorum: Ya bu adam Nash değilse, ya komik duruma düşersem?... Kalksana yahu; gidip “Merhaba Mr. Nash, size bir şeyler ısmarlayabilir miyim?” desene. İsterse o adam Nash olmasın, isterse o olsun ama davetini kabul etmesin, ne değişir ki? Özür diler, teşekkür eder yerine oturursun. En azından “Ben John Nash’le tanıştım” diye etrafa hava atarsın.
        Meşhur birisi menzile girince imza isteyen veya gözlerini dikip bakanlardan değilim. Meşhursa meşhur kardeşim; uzaylı değil ya. Böyleleri, bir gece önce televizyonda izleyip “Bu herife acayip sinir oluyorum” dedikleri kişiye yolda rastlayınca aniden âşık olurlar. Hele bir de tanışsınlar ikiyüzlülüğün daniskası yaşanır: “Ay biz ailecek sizi çok seviyoruz.” Hadi ordan; daha dün akşam kanalı aynı adamın suratına kapatan sen değil miydin?
        Zaten Nash bir magazin ünlüsü değil; hatta hayatı bir filmde başrol edilmese, sadece belli çevreler tarafından tanınacak birisi. Nash; serbest ticaretin uygulandığı ekonomilerde, yani karmaşık ve çok oyunculu sistemlerde, toplamı sıfır olan klasik oyunlardan (zero-sum games) farklı olarak, bir oyuncunun kazanması için diğerinin kaybetmesinin gerekmediğini kanıtladı.
       Onun oyun teorisine göre, doğru strateji ile hareket edilirse, bütün taraflar (“n” sayıda taraf) pazarlık masasından azami kazanç elde ederek, yani “kazan-kazan-kazan...” bir çözümle kalkabilirlerdi. Bu anlaşma noktasına “Nash Dengesi” deniliyor. Nash’in tezi; rekabet ve pazarlık stratejilerinden evrim teorisine, toplumsal olaylardan siyasete kadar birçok alanda, Einstein’ın fizikte yarattığına benzer değişimleri başlattı. Olmadı, basiretim bağlandı. Akşam televizyonda, Saltanat Kayığı’na binerken çekilen görüntülerine rastlayınca, gördüğüm kişinin John Nash olduğunu anladım, ama artık çok geçti.
        Eğer ben o öğleden sonra cesaretimi toplayıp Nash’i masama buyur edebilseydim, ona neler sormazdım ki; örneğin son günlerin en önemli medya demirbaşı Y.O. hikâyesinden biraz bahseder ve vakayla ilgili yorumlarını isterdim.
       
NASH VE Y.O.!...
        Eminim Nash, Y.O. olayını, içinde “n” sayıda tarafın olduğu karmaşık bir oyun, bir toplumsal pazarlık gibi modellerdi. Bir tarafta Y.O., Milli Eğitim Bakanlığı ve basın; diğer tarafta çocuklarını Y.O. ile aynı sınıfa göndermeyen veliler. Ha, bir de sessiz ve kafası karışık çoğunluk var. Ve yine eminim Nash; tarafların seçtiği stratejileri inceleyip, herkesin bu oyundan zararlı çıkacağını söylerdi.
        Gelin Nash’in gözünden Y.O. olayına tekrar bakalım. Tarafların oyun stratejileri açık: Kendi çözümlerini diğerlerine dayatmak (Bunun, kapalı ekonomilerdeki karşılığı tekelleşmedir). Pazarlığı bilmeyen toplumlar ve bireyler istediklerini alamadıkları zaman ya masadan kalkıyor ya da elini, çoğu zaman oyunun kuralları dışında, güçlendirmeye çalışıyor. Tıpkı, yağlı bir ihaleyi alamayınca aklına hemen torpil veya tehdit gelen tipik iş adamı gibi.
        Vetocu Veli Bloğu, pazarlık masasından her an kalkmaya hazır. Kararlarını çoktan vermişler, canlı yayında eğreti oturuyorlar. Bir kişiyi, duygularını kullanarak girdiği yerden mantık kullanarak çıkartamazsınız. Bu nedenle velileri ikna çabaları, yılan fobisi olan birisine kobra gösterip “Bak, sen de dokun, ne şirin değil mi? Korkma, hiçbir şey yapmaz. Hem sokarsa zulada panzehirimiz de var” demeye benziyor.
        Bir de tartışmaları izleyen basın var ki kestirmeden gidip vetocu velileri ırkçılıkla, cahillikle veya nobranlıkla suçlayabiliyor; ama velileri ve Y.O.’nun ailesini canlı yayına davet eden televizyon kanalı bile daha AIDS ile HIV-pozitif arasındaki farkı bilmiyor. “Mavi köşede” velilere rakip olarak ringe çıkartılan profesör iyi niyetli; ama yangına körükle gidiyor. Başta “sıfır” dediği riski, önce milyonda bire, sonra da binde üçe yükseltiyor. Bir annenin “Ya çocuklar kafa kafaya çarpışırsa ne olacak; açık yaraya kan sıçrarsa tehlike var mı?” sorularına kendi asistanlarını örnek göstererek yanıt veriyor. Yapma yahu, karşılaştırmaya bakar mısın; biri yedi yaşında, diğeri tıp okumuş koca adam...
        Bütün bunlar olurken âli devletimiz de Kızılay’ın ayıbını bir an önce kapamak için velilere baskı yapmakla meşgul. Hem, diyelim ki Y.O. arkadaşlarıyla birlikte okumayı başardı, sonra ne olacak? Sırtında görünmez bir fanus ile yaşamak zorunda kalmayacak mı? Diğer aileler çocuklarının ondan uzak durmasını tembihleyecek. Başka Y.O.’lar da, bu sırada kopan curcunadan ürküp saklandıkları odaların daha da gizli yerlerine gömülecek. Çünkü toplumda korku ve önyargı, tavşanlardan bile daha hızlı çoğalır.
        Y.O. örneğinde de görüldü, bizim tarzımız pazarlığa ve iş birliğine açık değil. Biz bir sorunla karşılaştığımızda genellikle şu aşamalardan geçiyoruz:
* Sorunu ideolojik boyuta indirgiyoruz. Kimseden somut bir öneri, bir hareket plânı gelmiyor. Kimse aynı sorunu başkalarının nasıl çözdüğüne bakmıyor (Benchmark diye bir şey var!).
* Soruna iç içe geçmiş sistemlerdeki bir aksaklığın veya tasarım hatasının değil, bir veya birkaç kişinin davranışlarının neden olduğu düşünülüyor. Yani, soruna bir yüz iliştiriliyor.
* Taraflar “Bu sorunu nasıl birlikte çalışıp da çözeriz?” diyeceklerine hemen birbirlerine karşı pozisyon alıp öbür tarafı suçlamaya başlıyorlar.
* Pazarlık süreci, birbirinin görüşünü değiştirmeye yönelik bir münazara hâlini alıyor. Eğer taraflardan bir tanesi devlet ise, tartışma, devletin bireyin kafasına vurup kendi görüşünü dikte ettiği bir güç gösterisine dönüşüyor. Bunları, yakında tankları Y.O.’nun okulunda görürsek şaşırmayalım diye söylüyorum!...
* Sakil ve felsefi tartışmalar sonucunda herkes kendi fikrine biraz daha saplanmış bir hâlde masadan kalkıyor.
* Sonra aynı münazara kumpanyası başka bir “kasabaya” taşınıyor. Toplum olarak pazarlık yapmayı bilmediğimiz için de bir türlü işe yarayacak bir sözleşme imzalayamıyoruz.
       
ÇÖZÜM BOL, AMA ÇABUK DEĞİL
        Oysa biraz araştırma yapan herkes görecek; bu sorun ilk defa bizde ortaya çıkmıyor. Dünyadaki 42 milyon HIV virüsü taşıyan insanın 3.2 milyonu çocuk. Birçok ülke aynı sorunla 1980’lerde cebelleşmeye başlamış. Anlaşılmış ki, insanları ideolojik ve bilimsel bombardımanla ikna etmeye çalışmak işe yaramıyor, uzun süreli bir çabaya ve daha önemlisi çok paraya ihtiyaç var. Bazı ülkeler bu çocuklar için özel okullar açmışlar. HIV-pozitif öğrenciler için farklı bir mevzuat var; onlardan ödevlerini diğerleri gibi zamanında getirmeleri istenmiyor veya devam zorunlulukları yok.
        Yurt dışında, sadece HIV-pozitif ve AIDS’li çocukların eğitimini sağlamak amacıyla kurulan dernekler ve vakıflar var. Bu sivil toplum örgütleri, sponsor şirketler buluyor, düzenledikleri faaliyetlerle para topluyor ve insanları bilinçlendirmek için çaba harcıyor. Örneğin, Hindistan’da bir vakıf, gönüllü bir okul bulup HIV-pozitif çocukların hepsini bir araya toplamış.
       Bizde ise, bu işin baş sorumlusu olan Kızılay’ın bile ağzından “Bizim suçumuz değil, biz gerekeni yaptık” gibi aptal lâflardan başka bir şey çıkmıyor. Madem suçsuzsun neden tazminat ödemeye mahkum edildin? Y.O.’nun işine yarayacak ve Kızılay’ın yerlerde sürünen imajını toparlayacak bir inisiyatif başlatsana. Ya da neden bir şirket, “Ben Y.O.’nun eğitimine ve halkın bilinçlendirilmesi için başlatılacak kampanyaya sponsorum” demez? Türkiye’deki tek HIV-pozitif çocuk Y.O. mu? Bu durumu bir sorun değil de bir fırsat gibi ele almayı becersek, herkesin kazanacağı bir çözüm mutlaka bulunacak...
        Bunları düşündükçe John Nash’i elimden kaçırdığıma daha çok yanıyorum. Kim bilir, demeç vermeme kuralını Y.O. için bozup, belki de soruna çözüm olabilecek bir model yaratırdı...
 
       
    TOP5 Bankaların kara tahtaları siliniyor  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları