Home page
Haber Menüsü


e-posta göndermek için tıklayın.
 
Irak yakın, mantık ırak
 
Savaşa “evet” demenin zorluğuna, bunu savunan yazılardaki zorlamaya ve “mantık”a bakmaya, iki yazıyla devam edelim.
 
İstanbul
NTV-MSNBC
 
30 Aralık—  Cengiz Çandar’ın “Büyük düşünmek, büyük oynamak...” (Yeni Şafak, 27.12.2002) ve Erdal Güven’in “Hatanın büyüğü” (Radikal, 27.12.2002) başlıklı yazıları. İki yazı birbirini tamamlıyor; sadece “büyük” olmaları bakımından değil, biri “büyük düşünüp büyük oynamanın” püf noktalarını gösterip ne yapmamız gerektiğini açıklarken, öbürü “hatanın büyüğü”ne işaret edip ne yapmamamız gerektiğini söylüyor bize.

   
 
       
    TOP5 Ergenekon’da 16 kişi daha gözaltında  
NTVMSNBC Reklam  
 

  Erdal Güven’deki doz daha az olmakla birlikte buyurgan yazılar ikisi de. Savundukları pozisyona uygun bir üslup.
       Erdal Güven, önceki yazısında da görüldüğü üzre, ya büyük bir yanlış anlama içinde Amerika Birleşik Devletleri’nin politikalarıyla, planlarıyla ve niyetleriyle ilgili ya da yanlış anlatma çabası içinde. Güven, “Amerikan Dışişleri’nin beyinlerinden Richard Haass’ın bir konuşmasını alıntılıyor: “İster Demokrat olsun ister Cumhuriyetçi peşi sıra Amerikan yönetimleri İslam, özellikle de Arap âleminde, demokratikleşmeye gereken önceliği tanımadı. Bir nevi ‘demokratik muafiyet’ yaratıldı. Bu politikayı sürdürmek artık ne Amerikalaların ne de Müslümanların yararına. Bundan böyle Amerikan politikası İslam aleminde demokratik eğilimlere eskisinden çok daha fazla etkin biçimde destek verecek. Ekonomik durgunluk, fırsat yoksunluğu ve kapalı siyasi sistemler toplumların yabancılaşmasını körüklüyor. Acı biçimde öğrendiğimiz gibi (11 Eylül’ü kastediyor, EG) bu gibi toplumlar, baskısı altında yaşadıkları rejimlerin destekçisi olarak gördükleri ABD’yi hedef belleyen aşırılıkçılar ve teröristlerin yuvası haline gelebiliyor.”
       Bu sözler, ABD’nin Irak’a ve bölgeye demokrasi getireceğinin bırakın garantisi sayılmasını, işareti neden sayılsın? Ayrıca, ABD, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Orta Asya diktatörlüklerini destekliyor. Pakistan’da Pervez Müşerref darbesine meşruiyet kazandıran da o. Böyle bir darbeci diktatörü diplomatik olarak tanımakla müşerref olan Başkan Bush değil mi? Bu Müşerref değil mi, 11 Eylül’den sonra arkasında bulduğu ABD desteğiyle anayasayı değiştirerek, neredeyse “anayasal diktatörlük” rejimi kuran Pakistan’da?
       Ama Erdal Güven, nedense, iyi tarafından bakmak, görmek ve baktırmak istiyor. Diyor ki, “Bu ‘Amerikan zihniyet değişimi’nin nasıl bir ‘küresel jeopolitik dönüşüm’e yol açabileceğini düşünmek lazım”.
       İyimserlik meselesine sonra gelelim de, önce şu “Amerikan zihniyet değişimi”nin üzerinde duralım biraz. Gerçekten değişti mi Amerikan zihniyeti? Değiştiyse, ne yönde değişti?
       Bir zihniyet değişiminin en önemli işareti, uluslararası ilişkilerde ve dünya işlerinde rekabet yerine işbirliğine yönelmek olabilirdi ve bu değişim de kendini en azından 11 Eylül’den bu yana somut olarak gösterirdi. Ama ne gösterdi ABD? Uluslararası Ceza Mahkemeleri konusunda hem Avrupa ile, hem bütün dünyayla çekişti.
İlk yazı: Savaşa “evet” demenin zorluğu
Daha bu ay Birleşmiş Milletler işkenceyi önleme protokolünü imzalamayan dört devletten biriydi. Karbondioksit gazlarını azaltmaya yönelik Kyoto protokolünü imzalamayan ve böylece etkin olarak uygulanma şansını budayan da ABD. Büyük şirket skandallarıyla çalkalanırken kendi muhasebe sistemini hem Avrupa’ya, hem tüm dünyaya dayatmaya çalışan da ABD. Şu tartıştığımız Irak meselesinde bile BM’ye posta koyan, öbür ülkelere ve bu arada Türkiye’ye de “Dediğim dedik, çaldığım borazan” edasıyla bastıran da ABD. Hangi zihniyet değişiminden bahsediyor Erdal Güven!
       Haass’ınkiler gibi laflar edilir ve bu laflar, meselenin cılız da olsa bir şekilde tartışma gündemine geldiğinin işareti sayılabilir, ama bir değişime delalet etmez. Amerikan basınına sızan başka “zihniyet değişimi” emareleri ve planları da var. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, açıkladı ki, yeni bir Ortadoğu planları var. Eğitim programları uygulayacaklarmış Arap ülkelerinde, okullar açacaklarmış, Amerikan değerlerini yerleştirmeye çalışacaklarmış, demokrasiyi yerleştirmeye çalışacaklarmış... Bunu zamana yayarak yapacaklarmış.
       ABD, onyıllardır desteklediği müslüman ülke diktatörlerine desteğini kesse ya! Demokrasinin D’sinin esamisi okunmayan, insanları ve haklarını haklayan Suudi Arabistan rejimini haklasa ya, baskı yapsa ya, ambargo uygulasa ya! Katliam sorumlusu bir başbakanı olan, İsrailli muhalif aydınların “ırkçı” olmakla bile suçladığı ve işgal ettiği topraklardan çekilmemeyi ABD’ye dayanarak sürdüren İsrail’e haddini bildirse ya! Ne ala zihniyet değişimi.
       Ayrıca, onun bunun sözlerini alıntılayıp bakacağımıza, resmi bir belgeye, Bush Doktrini’ne bakmakta fayda yok mu? Cengiz Çandar’ın da daha önceki bir yazısında anlattığı gibi, bu “yeni” doktrin, Erdal Güven’in alıntıladığı ve görmek istediği yönde bir zihniyet değişimine hiç işaret etmiyor. Belgede sık sık “işbirliği” kelimesi kullanıldığını hatırlatayım, ama doktrinin özü de, sözü de “Benimle işbirliği yapın yoksa karışmam! Benimle işbirliği yapan iyi, yapmayan teröristtir veya terörün yanındadır” diyor.
       Soğuk Savaş döneminde caydırıcılık üstüne oturan anlayış, artık “önleyici” (preemptive) vuruş (evet düpedüz vuruş, strike) öngörüyor. Zaten yaptığı da bu ABD’nin. Gördünüz mü zihniyet değişimini? Şimdi düşünün “bu zihniyet değişiminin nasıl bir ‘küresel jeopolitik dönüşüm’e yol açabileceğini”.
       Burada Erdal Güven’in yazısının başlığında vurguladığı “hatanın büyüğü”ne gelelim. Mesele sadece Irak değilmiş, sırada bir dizi ülke varmış. Ve işte çıkarsaması: “Ankara ya da herhangi bir dünya başkenti olup bitenlere yalnızca Irak ağacından bakarsa Ortadoğu ormanını ıskalar. Hatanın büyüğü bu olur.”
       Doğru. Hatta, sadece Ortadoğu’yu değil, yerküreyi de -siyasi, sosyal, insani, ve ekolojik olarak- ıskalar. Ama hatanın daha büyüğü, Ankara’nın veya herhangi bir başkentin, Erdal Güven’in ya da herhangi başka birinin (eğer kötü niyetli değillerse) onun bunun demokrasi, demokratikleşme laflarından meselelere ve dünyaya bakması, onları mihenk taşı gibi algılamasıdır. Hatanın en büyüğü, dünyaya sadece ABD stratejisi penceresinden bakmaktır ve kendi değerini sadece ABD stratejisi bakımından biçmektir.
       Güven diyor ki, “ABD’nin beklentileriyle Türkiye’nin çıkarlarının kesiştiği noktadan hareket edilerek çıkış yolu daha kolay bulunabilir”. Nedir Türkiye’nin çıkarları? Bundan hiç bahsetmiyor. Ama kesin olarak söylediği bir şey var: “Ankara, Irak ve ‘Büyük Ortadoğu’ bağlamında jeopolitik konumlanmasını Amerikan stratejik vizyonundan bağımsız planlayamaz, planlamamalı. Bu vizyona çapak hiç olmamalı. Çünkü Türkiye’nin ne kısa ne uzun vadeli çıkarları buna elveriyor.”
       Şu hassasiyete bakar mısınız, “bu vizyona çapak bile olmamalı”ymış. İkincisi, neden “…bağımsız planlayamaz”mış bakalım? Peki, mesela, Erdal Güven’in de pek gönülden savunduğu Avrupa Birliği perspektifine ne oldu o zaman? Bir ülkenin dış politikası ya da bir dış politika analistinin veya yazarının yazıları ve “tahlilleri” birbiriyle bağlantısız, çelişkili ve dağınık olabilir mi?
       Çelişki deyince, Cengiz Çandar’ın yazısı duvara asılacak kadar var. Ama Çandar’ın yazısında çelişkiden daha fazlası da var. Şöyle başlayalım: Çandar diyor ki, “Böylesine ‘tarihi dönemeç noktaları’nda ne sağdan-soldan gelecek ‘savaşa hayır’ seslerinin bir etkisi (hatta anlamı) vardır; ne de…”
       Evet, sağdan soldan geliyor “savaşa hayır” sesleri, bütün dünyada. Ama bizim ülkemizde insanların yüzde 83’ü karşı. Sağdan soldan değil, ana gövdeden geliyor ses. Bu durumu teslim eden Çandar bir düzeyde haklı, kimse takmayacak bunu; ne Türkiye devleti ne de ABD. (Bu konuyu ayrı bir yazıda ele almakta fayda var.) Fakat heyhat, Cengiz Çandar da takmıyor: “Türkiye halkının çok büyük bölümünün Irak’a yönelik bir ‘askeri harekat’ görmek istemediğine de kuşku yoktur. ‘Mesele’, buralarda değil; buralarda cereyan etmiyor.”
       Üç paragraf sonra da şöyle devam ediyor: “Ancak, kimi ideolojik tercihlerden yola çıkan ‘savaşa hayır’ söyleminden türeyen ‘Amerika’nın Irak’a saldırısı’; ‘milyonlarca Müslümanın üzerine bombalar yağdırılacak’, ‘masum Irak halkı katledilecek’ türünden demagojinin de beş paralık değeri yok.”
       Önce bir şey sormak istiyorum: “Savaşa hayır” demek ideolojik tercih oluyor da, “Savaşa evet” demek neden ideolojik tercih olmuyor? Çandar bu ifadeyi kullanarak, hayır demenin yalan dolan, kötü niyetli, saplantılı bir tavır olduğunu; savaşı onaylayıp desteklemenin de mutlak gerçeklik, ideolojilerden arınmış, önyargılara uzak, mutlak aklın ürünü, mutlak doğru bir tutum olduğunu şırınga ediyor. Kendi kurduğu bu çürük zemini kabul edip bu zemin üzerinde oynamamızı istiyor. Normal, çünkü mesela tartıştığımız Irak meselesinde de ABD’nin yaratmaya çalıştığı tehlikeli zemini Türkiye’nin kabul edip o zeminde oynamasını istiyor.
       İkincisi, önceki paragrafta kendisinin de söylediği gibi, “Türk halkının ‘Savaşa hayır’ dediğine kuşku yoktur”. Ama işte, Türk halkının ne isteyip ne düşündüğünün de “beş paralık değeri yok”tur.
       Türkiye halkının ne düşündüğüne zırnık kadar önem vermeyen Çandar, ancak beş paralık bir mantık değeri taşıyan bu cümleden bir paragraf sonra birdenbire Irak halkının ne istediğiyle ilgilenmeye başlıyor. Irak halkının Saddam Hüseyin rejimini istemediğini etnik ve dini nüfus dökümleri vererek kanıtlamaya çalışıyor.
       Kanıtlamaya çalıştığı şey bence de doğru. Bence de Saddam Hüseyin rejiminin savunulacak hiçbir tarafı yok. Ama Saddam rejiminin savunulacak tarafı çeyrek yüzyıldır yoktu zaten. 1991’deki Körfez Savaşı’ndan bu yana geçen 12 sene zarfında da yoktu.
       Neyse, biz Çandar’ın yazısına devam edelim, çünkü anlayacağız ki, Irak halkının ya da halklarının ne istediğinin de “beş paralık değeri yok” onun gözünde. Çandar, çoğunluğu Şii olan Irak’ta iktidarın Sünni karakterinin 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’nda Türkiye (Osmanlı İmparatorluğu) lehine belirlendiğini söylüyor. (Çandar, “çözümlenmiştir” kelimesini kullanıyor!) Sonra da Türkiye’nin yapması gerekeni tembih ediyor: “Türkiye, Irak’ın geleceğinde (ve yönetiminde Sünni karakterinin korunmasında) etkili, belirleyici ve söz sahibi olmak zorundadır.”
       Yahu bu nasıl demokrasi? Şii çoğunluğa iktidar yolu yine kapalı olacak. Bir ülkede kimin iktidara geleceğine o ülke halkı değil de sen veya senin gibiler karar verecek… Vay canına! En basit, en temel sorulara cevaplar arayarak ilerlemekte fayda var, “büyük düşünüp büyük oyanamadan” önce. Sonra bir şey daha var. Ortadoğu’da ve Irak’ta statükonun değişmesini savunan Çandar bu noktada statükoyu savunuyor. Şöyle diyor: “Şimdi, yüzyıllara dayalı bu ‘statüko’nun bozulması (yani, Sünnilerin iktidardan düşmesi, MAD), nüfusun çoğunluğu Şii olduğuna ve Irak, ‘etnik zeminde’ parçalanma ihtimali barındırdığı için, tüm Ortadoğu’yu müthiş bir ‘istikrarsızlık süreci’ne sokabilir.”
       Ne şiş yansın ne kebap, demek istiyor Çandar; ne ocak sönsün, ne üstündeki süt taşsın istiyor. Bunu becermek için de sadece Irak’ın değil, bölgenin geleceğini de ABD ile müştereken planlayacakmış Türkiye. Dahası var: “Türkiye’nin Amerika’yla ‘tam ve sonuna kadar işbirliği’ için ileri süreceği şart ise, İsrail’e karşı Filistin haklarının ‘somut güvencesi’ni elde etmesidir.”
       “Savaşa hayır” diyenleri “hayatın gerçeklerine sırt çevirmiş”, “küçük tribünlere oynama hesabında”, gerçekçi olmayan ideolojik zibidiler olmakla suçlayan Çandar, gençliğinin bir vaktini gerilla olarak Filistin kamplarında, bir vaktini muhabirlik yaparak Ortadoğu’da, olgunluk döneminin bir vaktini de ABD’de geçirmiş biridir, ama şimdi, iyi bilmekle ün yaptığı bu konuda gerçekçilikten pek uzağa düşmüş görünüyor. Zira, Irak’ta savaşı körükleyen, planlayan, mesela bir an önce İran’a da sarkmayı öneren ekip Yahudi lobisinin has adamlarından müteşekkildir. Zaten şu andaki Bush yönetimi de en İsrail yanlısı ABD yönetimidir. Sen şimdi gidip bir Amerikan Yahudisi olan ve Amerikan kartalından bile daha haşin bir şahin olan Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’e “Yaa nedir şu İsrail’in yediği herzeler! İşgal ettiği topraklardan çekilsin hemen, devlet terörü uygulamayı da bıraksın behemahal. Yoksa kabul etmemiz mümkün değil ‘tam ve sonuna kadar işbirliği’ni” diyeceksin. Wolfowitz de, “Hay hay” diyecek, “hemen yerine getireceğiz bu son derece makul şartınızı. Zaten biz de Irak sorununu asıl Filistin haklarını somut bir güvenceye kavuşturalım diye bahane olarak kullanıyoruz. Ne iyi ettiniz de geldiniz; böylece ‘Tam ve sonuna kadar işbirliği’ karşılığında, Filistin-İsrail ihtilafında (ABD’nin) ‘adil’ ve ‘dengeli’ bir noktaya kaymasını da sağlamış olacağız.”
       Çok gerçekçi!
       Önyargıların, yanlış yönlendirmelerin, mantık hatalarının hangi birini düzelteceğimi şaşırdığım için bir hayli uzayan bu yazıyı bir başka Cengiz Çandar yazısındaki (“‘Neo-Erbakancılık’ ile Neo-Özalcılık kavşağında”, Yeni Şafak, 26 Aralık 2002) bir bölüme, Erdal Güven’in “ağzımdan almış” diyeceği kadar benimsediği bir bölüme değinerek bitireyim:
       “Sürekli olarak Türkiye’nin ‘jeopolitik önemi’nden söz ediliyor. Peki, Türkiye’nin siyasette, diplomaside, ekonomide, ticarette, güvenlikte sürekli kapısını çaldığı ve ‘jeopolitik önem çeki’ni ‘nakte çevirttiği’ en güçlü ve en yakın müttefiki Amerika gün gelip tam da o ‘jeopolitik önem’den ötürü kapısını çaldığı ve ‘işbirliği talebi’nde bulunduğu bir sırada Türkiye ‘başka kapıya’ der ise o ‘jeopolitik önemi’nin ne anlamı kalacaktır? ‘Jeopolitik önem çeki’ bundan böyle nasıl ‘nakde’ çevrilebilecektir?”
       Büyük oynamaktan bahsedenlere söyleyeyim, stratejik önemini eğer sen kullanıyorsan sen önemlisin, başkası kullanıyorsa senin bir önemin yoktur, stratejik öneminin önemi vardır. Hasbelkader bu “stratejik” topraklara “çöreklenmiş” olmak bir özellik değildir. Türkiye’nin şu anda arzettiği manzara da budur. Ama stratejik önem deyip başka bir şey demeyenlerin vaziyeti de budur. Pespaye oyunları, sadece kendi insanlarını değil, komşularını da savaşa ve/ya savaşın getireceği felaketlere sürükleyecek tehlikeli ve ucuz ve üstelik başkasının tasarladığı oyunları büyük oyun diye allayıp pullamak da ne oluyor? Jeopolitik önem, senin olmayan, başkalarının kendi çıkarları için tasarladığı savaşlara balıklama atlamakla ya da kerhen katılmakla “nakde çevrilemez”, eğer bu deyimde bir mecaz varsa. Mecaz yok da, gerçekten nakitten söz ediyorsanız, sadece nakte çevirebilirsiniz ve sizin değeriniz de nakitle ölçülür.
       Ama bir kere daha anlaşılıyor ki, hem Özal’ı göklere çıkarıp hem de demokrasiden bahsetmek ve aynı zamanda da Irak meselesinde tutarlı, sağlam ve ahlaklı bir politika önermek mümkün değil.
       Son olarak, ikide bir “Türkiye’nin çıkarları” ve “strateji” lafı eden bu arkadaşlara şu atasözünü de hatırlatayım: Başkasının stratejisiyle gerdeğe girilmez!
       
       
 
       
   
MSNBC News Savaşa evet demenin zorluğu
MSNBC News Kuzey Irak'ı acaba kim kontrol edecek?
 
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları