|
Ergenekonda 16 kişi daha gözaltında | |||
Erdal Güvendeki doz daha az olmakla birlikte buyurgan yazılar ikisi de. Savundukları pozisyona uygun bir üslup. Erdal Güven, önceki yazısında da görüldüğü üzre, ya büyük bir yanlış anlama içinde Amerika Birleşik Devletlerinin politikalarıyla, planlarıyla ve niyetleriyle ilgili ya da yanlış anlatma çabası içinde. Güven, Amerikan Dışişlerinin beyinlerinden Richard Haassın bir konuşmasını alıntılıyor: İster Demokrat olsun ister Cumhuriyetçi peşi sıra Amerikan yönetimleri İslam, özellikle de Arap âleminde, demokratikleşmeye gereken önceliği tanımadı. Bir nevi demokratik muafiyet yaratıldı. Bu politikayı sürdürmek artık ne Amerikalaların ne de Müslümanların yararına. Bundan böyle Amerikan politikası İslam aleminde demokratik eğilimlere eskisinden çok daha fazla etkin biçimde destek verecek. Ekonomik durgunluk, fırsat yoksunluğu ve kapalı siyasi sistemler toplumların yabancılaşmasını körüklüyor. Acı biçimde öğrendiğimiz gibi (11 Eylülü kastediyor, EG) bu gibi toplumlar, baskısı altında yaşadıkları rejimlerin destekçisi olarak gördükleri ABDyi hedef belleyen aşırılıkçılar ve teröristlerin yuvası haline gelebiliyor. Bu sözler, ABDnin Iraka ve bölgeye demokrasi getireceğinin bırakın garantisi sayılmasını, işareti neden sayılsın? Ayrıca, ABD, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Orta Asya diktatörlüklerini destekliyor. Pakistanda Pervez Müşerref darbesine meşruiyet kazandıran da o. Böyle bir darbeci diktatörü diplomatik olarak tanımakla müşerref olan Başkan Bush değil mi? Bu Müşerref değil mi, 11 Eylülden sonra arkasında bulduğu ABD desteğiyle anayasayı değiştirerek, neredeyse anayasal diktatörlük rejimi kuran Pakistanda? Ama Erdal Güven, nedense, iyi tarafından bakmak, görmek ve baktırmak istiyor. Diyor ki, Bu Amerikan zihniyet değişiminin nasıl bir küresel jeopolitik dönüşüme yol açabileceğini düşünmek lazım. İyimserlik meselesine sonra gelelim de, önce şu Amerikan zihniyet değişiminin üzerinde duralım biraz. Gerçekten değişti mi Amerikan zihniyeti? Değiştiyse, ne yönde değişti? Bir zihniyet değişiminin en önemli işareti, uluslararası ilişkilerde ve dünya işlerinde rekabet yerine işbirliğine yönelmek olabilirdi ve bu değişim de kendini en azından 11 Eylülden bu yana somut olarak gösterirdi. Ama ne gösterdi ABD? Uluslararası Ceza Mahkemeleri konusunda hem Avrupa ile, hem bütün dünyayla çekişti. İlk yazı: Savaşa evet demenin zorluğu Daha bu ay Birleşmiş Milletler işkenceyi önleme protokolünü imzalamayan dört devletten biriydi. Karbondioksit gazlarını azaltmaya yönelik Kyoto protokolünü imzalamayan ve böylece etkin olarak uygulanma şansını budayan da ABD. Büyük şirket skandallarıyla çalkalanırken kendi muhasebe sistemini hem Avrupaya, hem tüm dünyaya dayatmaya çalışan da ABD. Şu tartıştığımız Irak meselesinde bile BMye posta koyan, öbür ülkelere ve bu arada Türkiyeye de Dediğim dedik, çaldığım borazan edasıyla bastıran da ABD. Hangi zihniyet değişiminden bahsediyor Erdal Güven! Haassınkiler gibi laflar edilir ve bu laflar, meselenin cılız da olsa bir şekilde tartışma gündemine geldiğinin işareti sayılabilir, ama bir değişime delalet etmez. Amerikan basınına sızan başka zihniyet değişimi emareleri ve planları da var. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, açıkladı ki, yeni bir Ortadoğu planları var. Eğitim programları uygulayacaklarmış Arap ülkelerinde, okullar açacaklarmış, Amerikan değerlerini yerleştirmeye çalışacaklarmış, demokrasiyi yerleştirmeye çalışacaklarmış... Bunu zamana yayarak yapacaklarmış. ABD, onyıllardır desteklediği müslüman ülke diktatörlerine desteğini kesse ya! Demokrasinin Dsinin esamisi okunmayan, insanları ve haklarını haklayan Suudi Arabistan rejimini haklasa ya, baskı yapsa ya, ambargo uygulasa ya! Katliam sorumlusu bir başbakanı olan, İsrailli muhalif aydınların ırkçı olmakla bile suçladığı ve işgal ettiği topraklardan çekilmemeyi ABDye dayanarak sürdüren İsraile haddini bildirse ya! Ne ala zihniyet değişimi. Ayrıca, onun bunun sözlerini alıntılayıp bakacağımıza, resmi bir belgeye, Bush Doktrinine bakmakta fayda yok mu? Cengiz Çandarın da daha önceki bir yazısında anlattığı gibi, bu yeni doktrin, Erdal Güvenin alıntıladığı ve görmek istediği yönde bir zihniyet değişimine hiç işaret etmiyor. Belgede sık sık işbirliği kelimesi kullanıldığını hatırlatayım, ama doktrinin özü de, sözü de Benimle işbirliği yapın yoksa karışmam! Benimle işbirliği yapan iyi, yapmayan teröristtir veya terörün yanındadır diyor. Soğuk Savaş döneminde caydırıcılık üstüne oturan anlayış, artık önleyici (preemptive) vuruş (evet düpedüz vuruş, strike) öngörüyor. Zaten yaptığı da bu ABDnin. Gördünüz mü zihniyet değişimini? Şimdi düşünün bu zihniyet değişiminin nasıl bir küresel jeopolitik dönüşüme yol açabileceğini. Burada Erdal Güvenin yazısının başlığında vurguladığı hatanın büyüğüne gelelim. Mesele sadece Irak değilmiş, sırada bir dizi ülke varmış. Ve işte çıkarsaması: Ankara ya da herhangi bir dünya başkenti olup bitenlere yalnızca Irak ağacından bakarsa Ortadoğu ormanını ıskalar. Hatanın büyüğü bu olur. Doğru. Hatta, sadece Ortadoğuyu değil, yerküreyi de -siyasi, sosyal, insani, ve ekolojik olarak- ıskalar. Ama hatanın daha büyüğü, Ankaranın veya herhangi bir başkentin, Erdal Güvenin ya da herhangi başka birinin (eğer kötü niyetli değillerse) onun bunun demokrasi, demokratikleşme laflarından meselelere ve dünyaya bakması, onları mihenk taşı gibi algılamasıdır. Hatanın en büyüğü, dünyaya sadece ABD stratejisi penceresinden bakmaktır ve kendi değerini sadece ABD stratejisi bakımından biçmektir. Güven diyor ki, ABDnin beklentileriyle Türkiyenin çıkarlarının kesiştiği noktadan hareket edilerek çıkış yolu daha kolay bulunabilir. Nedir Türkiyenin çıkarları? Bundan hiç bahsetmiyor. Ama kesin olarak söylediği bir şey var: Ankara, Irak ve Büyük Ortadoğu bağlamında jeopolitik konumlanmasını Amerikan stratejik vizyonundan bağımsız planlayamaz, planlamamalı. Bu vizyona çapak hiç olmamalı. Çünkü Türkiyenin ne kısa ne uzun vadeli çıkarları buna elveriyor. Şu hassasiyete bakar mısınız, bu vizyona çapak bile olmamalıymış. İkincisi, neden bağımsız planlayamazmış bakalım? Peki, mesela, Erdal Güvenin de pek gönülden savunduğu Avrupa Birliği perspektifine ne oldu o zaman? Bir ülkenin dış politikası ya da bir dış politika analistinin veya yazarının yazıları ve tahlilleri birbiriyle bağlantısız, çelişkili ve dağınık olabilir mi? Çelişki deyince, Cengiz Çandarın yazısı duvara asılacak kadar var. Ama Çandarın yazısında çelişkiden daha fazlası da var. Şöyle başlayalım: Çandar diyor ki, Böylesine tarihi dönemeç noktalarında ne sağdan-soldan gelecek savaşa hayır seslerinin bir etkisi (hatta anlamı) vardır; ne de Evet, sağdan soldan geliyor savaşa hayır sesleri, bütün dünyada. Ama bizim ülkemizde insanların yüzde 83ü karşı. Sağdan soldan değil, ana gövdeden geliyor ses. Bu durumu teslim eden Çandar bir düzeyde haklı, kimse takmayacak bunu; ne Türkiye devleti ne de ABD. (Bu konuyu ayrı bir yazıda ele almakta fayda var.) Fakat heyhat, Cengiz Çandar da takmıyor: Türkiye halkının çok büyük bölümünün Iraka yönelik bir askeri harekat görmek istemediğine de kuşku yoktur. Mesele, buralarda değil; buralarda cereyan etmiyor. Üç paragraf sonra da şöyle devam ediyor: Ancak, kimi ideolojik tercihlerden yola çıkan savaşa hayır söyleminden türeyen Amerikanın Iraka saldırısı; milyonlarca Müslümanın üzerine bombalar yağdırılacak, masum Irak halkı katledilecek türünden demagojinin de beş paralık değeri yok. Önce bir şey sormak istiyorum: Savaşa hayır demek ideolojik tercih oluyor da, Savaşa evet demek neden ideolojik tercih olmuyor? Çandar bu ifadeyi kullanarak, hayır demenin yalan dolan, kötü niyetli, saplantılı bir tavır olduğunu; savaşı onaylayıp desteklemenin de mutlak gerçeklik, ideolojilerden arınmış, önyargılara uzak, mutlak aklın ürünü, mutlak doğru bir tutum olduğunu şırınga ediyor. Kendi kurduğu bu çürük zemini kabul edip bu zemin üzerinde oynamamızı istiyor. Normal, çünkü mesela tartıştığımız Irak meselesinde de ABDnin yaratmaya çalıştığı tehlikeli zemini Türkiyenin kabul edip o zeminde oynamasını istiyor. İkincisi, önceki paragrafta kendisinin de söylediği gibi, Türk halkının Savaşa hayır dediğine kuşku yoktur. Ama işte, Türk halkının ne isteyip ne düşündüğünün de beş paralık değeri yoktur. Türkiye halkının ne düşündüğüne zırnık kadar önem vermeyen Çandar, ancak beş paralık bir mantık değeri taşıyan bu cümleden bir paragraf sonra birdenbire Irak halkının ne istediğiyle ilgilenmeye başlıyor. Irak halkının Saddam Hüseyin rejimini istemediğini etnik ve dini nüfus dökümleri vererek kanıtlamaya çalışıyor. Kanıtlamaya çalıştığı şey bence de doğru. Bence de Saddam Hüseyin rejiminin savunulacak hiçbir tarafı yok. Ama Saddam rejiminin savunulacak tarafı çeyrek yüzyıldır yoktu zaten. 1991deki Körfez Savaşından bu yana geçen 12 sene zarfında da yoktu. Neyse, biz Çandarın yazısına devam edelim, çünkü anlayacağız ki, Irak halkının ya da halklarının ne istediğinin de beş paralık değeri yok onun gözünde. Çandar, çoğunluğu Şii olan Irakta iktidarın Sünni karakterinin 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşmasında Türkiye (Osmanlı İmparatorluğu) lehine belirlendiğini söylüyor. (Çandar, çözümlenmiştir kelimesini kullanıyor!) Sonra da Türkiyenin yapması gerekeni tembih ediyor: Türkiye, Irakın geleceğinde (ve yönetiminde Sünni karakterinin korunmasında) etkili, belirleyici ve söz sahibi olmak zorundadır. Yahu bu nasıl demokrasi? Şii çoğunluğa iktidar yolu yine kapalı olacak. Bir ülkede kimin iktidara geleceğine o ülke halkı değil de sen veya senin gibiler karar verecek Vay canına! En basit, en temel sorulara cevaplar arayarak ilerlemekte fayda var, büyük düşünüp büyük oyanamadan önce. Sonra bir şey daha var. Ortadoğuda ve Irakta statükonun değişmesini savunan Çandar bu noktada statükoyu savunuyor. Şöyle diyor: Şimdi, yüzyıllara dayalı bu statükonun bozulması (yani, Sünnilerin iktidardan düşmesi, MAD), nüfusun çoğunluğu Şii olduğuna ve Irak, etnik zeminde parçalanma ihtimali barındırdığı için, tüm Ortadoğuyu müthiş bir istikrarsızlık sürecine sokabilir. Ne şiş yansın ne kebap, demek istiyor Çandar; ne ocak sönsün, ne üstündeki süt taşsın istiyor. Bunu becermek için de sadece Irakın değil, bölgenin geleceğini de ABD ile müştereken planlayacakmış Türkiye. Dahası var: Türkiyenin Amerikayla tam ve sonuna kadar işbirliği için ileri süreceği şart ise, İsraile karşı Filistin haklarının somut güvencesini elde etmesidir. Savaşa hayır diyenleri hayatın gerçeklerine sırt çevirmiş, küçük tribünlere oynama hesabında, gerçekçi olmayan ideolojik zibidiler olmakla suçlayan Çandar, gençliğinin bir vaktini gerilla olarak Filistin kamplarında, bir vaktini muhabirlik yaparak Ortadoğuda, olgunluk döneminin bir vaktini de ABDde geçirmiş biridir, ama şimdi, iyi bilmekle ün yaptığı bu konuda gerçekçilikten pek uzağa düşmüş görünüyor. Zira, Irakta savaşı körükleyen, planlayan, mesela bir an önce İrana da sarkmayı öneren ekip Yahudi lobisinin has adamlarından müteşekkildir. Zaten şu andaki Bush yönetimi de en İsrail yanlısı ABD yönetimidir. Sen şimdi gidip bir Amerikan Yahudisi olan ve Amerikan kartalından bile daha haşin bir şahin olan Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitze Yaa nedir şu İsrailin yediği herzeler! İşgal ettiği topraklardan çekilsin hemen, devlet terörü uygulamayı da bıraksın behemahal. Yoksa kabul etmemiz mümkün değil tam ve sonuna kadar işbirliğini diyeceksin. Wolfowitz de, Hay hay diyecek, hemen yerine getireceğiz bu son derece makul şartınızı. Zaten biz de Irak sorununu asıl Filistin haklarını somut bir güvenceye kavuşturalım diye bahane olarak kullanıyoruz. Ne iyi ettiniz de geldiniz; böylece Tam ve sonuna kadar işbirliği karşılığında, Filistin-İsrail ihtilafında (ABDnin) adil ve dengeli bir noktaya kaymasını da sağlamış olacağız. Çok gerçekçi! Önyargıların, yanlış yönlendirmelerin, mantık hatalarının hangi birini düzelteceğimi şaşırdığım için bir hayli uzayan bu yazıyı bir başka Cengiz Çandar yazısındaki (Neo-Erbakancılık ile Neo-Özalcılık kavşağında, Yeni Şafak, 26 Aralık 2002) bir bölüme, Erdal Güvenin ağzımdan almış diyeceği kadar benimsediği bir bölüme değinerek bitireyim: Sürekli olarak Türkiyenin jeopolitik öneminden söz ediliyor. Peki, Türkiyenin siyasette, diplomaside, ekonomide, ticarette, güvenlikte sürekli kapısını çaldığı ve jeopolitik önem çekini nakte çevirttiği en güçlü ve en yakın müttefiki Amerika gün gelip tam da o jeopolitik önemden ötürü kapısını çaldığı ve işbirliği talebinde bulunduğu bir sırada Türkiye başka kapıya der ise o jeopolitik öneminin ne anlamı kalacaktır? Jeopolitik önem çeki bundan böyle nasıl nakde çevrilebilecektir? Büyük oynamaktan bahsedenlere söyleyeyim, stratejik önemini eğer sen kullanıyorsan sen önemlisin, başkası kullanıyorsa senin bir önemin yoktur, stratejik öneminin önemi vardır. Hasbelkader bu stratejik topraklara çöreklenmiş olmak bir özellik değildir. Türkiyenin şu anda arzettiği manzara da budur. Ama stratejik önem deyip başka bir şey demeyenlerin vaziyeti de budur. Pespaye oyunları, sadece kendi insanlarını değil, komşularını da savaşa ve/ya savaşın getireceği felaketlere sürükleyecek tehlikeli ve ucuz ve üstelik başkasının tasarladığı oyunları büyük oyun diye allayıp pullamak da ne oluyor? Jeopolitik önem, senin olmayan, başkalarının kendi çıkarları için tasarladığı savaşlara balıklama atlamakla ya da kerhen katılmakla nakde çevrilemez, eğer bu deyimde bir mecaz varsa. Mecaz yok da, gerçekten nakitten söz ediyorsanız, sadece nakte çevirebilirsiniz ve sizin değeriniz de nakitle ölçülür. Ama bir kere daha anlaşılıyor ki, hem Özalı göklere çıkarıp hem de demokrasiden bahsetmek ve aynı zamanda da Irak meselesinde tutarlı, sağlam ve ahlaklı bir politika önermek mümkün değil. Son olarak, ikide bir Türkiyenin çıkarları ve strateji lafı eden bu arkadaşlara şu atasözünü de hatırlatayım: Başkasının stratejisiyle gerdeğe girilmez! | ||||
Savaşa evet demenin zorluğu Kuzey Irak'ı acaba kim kontrol edecek? |
|||
|
|||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler | Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||||||||||||