Home page
Haber Menüsü


Sezgin Kaymaz ile söyleşi
 
Son ayların en başarılı romanı “Lucky”nin yazarı Sezgin Kaymaz ile yazarlığı, edebiyat dünyası üzerine M. Salih Polat konuştu.  
Sezgin Kaymaz "Köpekler yalan söylemez, Lucky hariç" diyor...
 
M. Salih Polat
NTV-MSNBC
17 Ekim—  Reklamını fazla yapmadığı için gözlerden uzak kaldı Sezgin Kaymaz. Oysa son zamanların en kıvrak, en zengin diline sahip yazar ünvanını çoktan aldı okuyanlarından. Türkiye’de pek alışkın olmadığımız yazarlık anlayışına sahip Kaymaz, yazmaya nasıl başladığını, edebiyata bakışını, yazarken hissettiklerini anlattı.

   
 
       
    MSNBC News 'Lucky' adlı köpek
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 


Sezgin Kaymaz'ın son kitabı "Lucky" İletişim Yayınları'ndan çıktı.
       M. Salih Polat: Neden yazar oldunuz? Neden yazı yazıyorsunuz? Sait Faik gibi, “yazmasam çıldıracaktım” türünden gerekçeleriniz var mı? Yazarlık serüveninizi özetler misiniz?
       
       Sezgin Kaymaz: Benim yazar olmak gibi bir niyetim, dileğim, isteğim, arzum ne geçmişte vardı, ne de şimdi var. Sadece yazıyorum ve bundan zevk alıyorum. Yazdığım için zevk aldıkça, daha çok zevk alayım diye daha çok yazıyorum. Yazmak, alışkanlığın ötesinde bir hal aldı benim için; bağımlılık gibi bir şey oldu. Elim, sigaraya gittiği kadar kolay ve arsız, yazı makinesine gidiyor; ben de buna mani olmuyorum. Sait Faik o sözü benim için de söylemiş olabilir. Ona katılıyorum.
       Veresiye alışveriş yaptığımız bakkaldan, anneme çaktırmadan, her ekmek almaya gittiğimde tek ortalı, kimi zaman daha fazlasına cüret edip iki ortalı defter veya beşer - onar teksir kağıdı alır, bunları veresiye defterine ‘ekmek’ niyetine yazdırır, eve gelince de annem bu cürmümden haberdar olmasın diye, aldığım ‘üzerine yazı yazılacak şey’leri, bizim bahçedeki odunlukta durup duran boş buzdolabı kutusunun içine atardım. Bunu kaç sene yaptımsa artık, günün birinde annemin odunluğa ineceği, dola dola göbek yapan buzdolabı kutusunun da o anda hazımsızlıktan patlayacağı tutmuş. Üzerine inen defter ve kağıt çığının altında kalan annemin de orasına burasına bir dolu kıymık batmış. O öfkeyle eve gelip, kıymıkların acısını benden çıkarttığını dün gibi hatırlıyorum. ‘Yazar mı olacan lan başımıza?’ diye bağırdıydı. Annem, o gün beni yazar olmaya kodlamış oldu. Bedduası hep tutmuştur.
       Bilmiyorum, yazar olmak ne. Her kendisine ‘sanatçı’ denilen kişi, o veya bu televizyon programına çıkıp; ‘Ben sanatçı değil, sanatçı adayıyım’ diyor ve kendisine hakiki bir sanatçının adı sorulduğu zaman da mutlaka ölmüş olan birinin adını veriyor. Yazar olmak da sanatçılık sayılıyorsa eğer ve ancak öldükten sonra sanatçı olunabiliyorsa, ben yazar olmasam da olur. Yaşamayı ve gece gündüz yazmayı, ölüp de yazar sayılmaya tercih ederim şahsen.
       Ben yazıyorum, çünkü hoşuma gidiyor. Kendi yazdıklarımı okumayı seviyorum. Zaten sevmediğim şeyler yazacak olsaydım onları hiç yazmazdım. Bana, kendi okumak istediğim kitapları yazıyormuşum gibi geliyor. Sanki ben kendim, kendim değilim de, hoşuma gidecek şeyleri yazan bir başkasıyım.
       
       
“YAYINEVİ KİTABI BEĞENMİŞ AMA ORTADA YAZAR YOK!”
“Sadece yazıyorum ve bundan zevk alıyorum. Yazdığım için zevk aldıkça, daha çok zevk alayım diye daha çok yazıyorum. Yazmak, alışkanlığın ötesinde bir hal aldı benim için; bağımlılık gibi bir şey oldu. Elim, sigaraya gittiği kadar kolay ve arsız, yazı makinesine gidiyor; ben de buna mani olmuyorum.”

       
       “Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir”i yazıp, çok sevdiğim bir dostuma vermiştim. O da bu romanı okuduktan sonra, beni öyle olması gerektiğine inandırarak, elindeki bir tomar daktilo sayfasını İletişim Ankara Bürosu’na götürmüştü. Aradan iki yıla yakın, belki daha fazla zaman geçti, o dostum İstanbul’a taşındı ve biz irtibatı kaybettik. Bu arada, yayınevi kitabı okumuş ve basmaya karar vermiş, ancak ortada ne yazar var, ne de yazar adına hareket edip kitabı yayınevine veren şahıs. Bu iki sene zarfında, yayınevi sürekli ‘yazar’ı bulmaya çalışmış, tabii ki muvaffak olamamış, çünkü ‘yazar’ kitabın üstüne adını koymak yerine müstear kullanmışmış. Günlerden bir gün, İletişim Ankara Bürosu’ndan, o kitabın prototipini benim o çok sevgili dostumdan teslim alan Tanıl Bora, gazetede bir ses sanatçısıyla yapılan bir röportajı okurken, o ses sanatçısının ismini bir yerden hatırladığını düşünmeye başlamış. Üzerinde biraz kafa yorunca da bu kişinin, o prototipi kendisine ‘yazar’ adına teslim eden kişi olduğunu hatırlamış. Onunla temas kurulmuş, o benim izimi kaybettiği için Ankara’dan bir dostunu aramış, o dost da bizim eve telefon etmeye başlamış. Ben o sıra hem milli takımla uğraşıyor, hem de bir taraftan yazmaya devam ediyorum. Haber geldi, ben de kalktım İstanbul’a geldim. Yazarlık serüvenim böyle başladı. Sonra ‘Geber Anne,’ sonra ‘Kaptan’ın Teknesi,’ en sonra da ‘Lucky...’
       
       M. S. Polat: Yazar olmanızda, üniversitede Türkçe dersinden sınıfta kalmanızın ne ölçüde etkisi oldu? Çünkü, neredeyse intikam alırcasına başarıyla kullandığınız bir Türkçe’niz var...
       
       S. Kaymaz: Bu olayın, eğer yazar olmamda bir etkisi olmuşsa, annemin beni sopaladığı esnada söylediği söz kadar bir etkisi olmuştur; daha fazla değil.
       İsmin datif ve akkusatif hallerini o yıllarda çok fazla önemsememiş ve bu nedenle derslerime iyi çalışmamış olabilirim; gene de elimde Türkçe’den kalmadığımı kanıtlayan kapı gibi bir üçüncü sınıf karnem vardı, dördüncü sınıfın kayıt yenilemeleri için danışmanımın karşısına dikildiğimde. Ancak o; ‘Aaa! Sen geçen senenin Türkçe’sini verememişsin ki’ dedi. Abartılı bir emniyet duygusuyla cebimdeki karneyi çıkartıp gösterdim. Bunun üzerine beni Öğrenci İşleri’ne yolladı. Orada, ‘Biz bilmeyiz, bilgisayar bilir ve bilgisayara bakacak olursa sen Türkçe’den çıkmışsın’ dediler. Karnemi, daha az bir emniyet duygusuyla onlara da gösterdim ve; ‘Bu karneyi de o çokbilmiş bilgisayarınız vermedi mi bana?’ diye sordum. ‘Olabilir’ dediler. ‘Allah yapısı değil ya bu; kul yapısı! Yanıldığını anlamış, karar değiştirmiştir. Sen çaktın. Bu kadar!’
       Öğrenci İşleri’nden ve Beytepe’den o hızla çıktım, bir daha da uğramadım. Yani küstüm, çok küstüm! Okuyacağınızı umarım; ‘Kaptanın Teknesi’nde Beytepe’den bütün hıncımı aldım zaten. Onun için, ayrıca intikam alırcasına yazmama gerek kalmadı.
       
       
“KÖPEKLER YALAN SÖYLEMEZ, LUCKY HARİÇ!”
       
       M. S. Polat: “Luck”den söz edelim biraz da. Böyle bir konuda kitap yazmak nereden geldi aklınıza? Köpeklerin davranışlarını gözlemlediniz mi? Yoksa, her şey kurmacanın bir parçası mı?

       
       S. Kaymaz: Ben, yazıp bitirdikten sonra anlıyorum; hiçbir şey kurmacanın bir parçası değil. Bir şey ne kadar fantastikse o kadar da gerçektir anladığıma göre. Her şey zıddıyla ayân olur.
       Birkaç sene, geçimimi sağlayabilmek uğruna kendi evimde köpek eğitimciliği yapmıştım. Başkalarının köpekleri, benim evimde onbeş - yirmi Lucky’nin yapamayacağı tahribatı yaptı bu zaman zarfında. Onları gene de çok sevdim ve o işim sayesinde dillerini çat - pat sökmeyi başardım. Bu bir marifet diğil. Biraz dikkat eden herkes, köpek milletinin vücut dilini anlayabilir. Çok kolaydır bu, çünkü - Lucky hariç - hiçbiri yalan söylemez.
       Lucky vardı. Kitaptakine rahmet okutacak kadar alçak ve haysiyetsiz bir köpekti. Ben sadece onun birazını yazdım.
“Bir hayvan, bakmasını bilen pek çok insana, insanlık neymiş, gösterebilir. Sürek avı kalktığı gün yazmaya başlamıştım ben Lucky’yi.”

       Yolunu kazara şaşırıp da bahçe kapısından evimize giren bir fareyi yakalamak için sürek avı başlatmıştık eşimle. Yerlere, üzeri tutkallı kartonlar yaymış, zavallı fareciğin paçayı kaptırmasını bekliyorduk. Bir türlü yakalayamıyorduk, çünkü kızım, bize çaktırmadan, bizim tutkal sürdüğümüz kartonları kaldırıp, yerlerine üzerine ‘fare içsin’ diye su ve ‘fare yesin’ diye peynir koyduğu kartonları yerleştiriyordu. Sonunda eşim kızımı üzmemek için sürek avına son verdi. Minik bir fare de kızımı kullanarak bu sürek avına seyirci kalan ‘yazar’a insanlık öğretmiş oldu. ‘Lucky’yi yazmayı bana ilham eden de odur. Bir hayvan, bakmasını bilen pek çok insana, insanlık neymiş, gösterebilir. Sürek avı kalktığı gün yazmaya başlamıştım ben Lucky’yi.
       
       
“YAZDIKLARIMIN SONUNU BEN DE MERAK EDİYORUM”
       
       M.S. Polat: Kitapta birbirine paralel olarak geliştirilen öyküler arasında, insanı çok çarpan kesişmeler var. Bentderesi, Batıkent ve taksi durağı üçgeni, bir tür ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’ gibi. Diyebilir miyiz?
       
       S. Kaymaz: Deyiniz, yalan olmaz.
       Hayat, her yerde aynı şiddette akıyor. Kimileri, taksicilerin yaptığı gibi bu azgın suya yalnızca ayaklarını sokuyor, kimileri ise Batıkent’tekiler gibi emniyetli bir uzaklıkta durmayı yeğliyor. Ancak, bir gün mutlaka herkesin evini su basıyor. Ne kadar uzak kalırsanız kalın, hayat eninde sonunda sizin eve de uğruyor. Gelirken ne getirdiyse kabul edeceksiniz.
       
       M. S. Polat: Kitaptaki en çarpıcı bölümlerden biri de Ertuğrul’la ilgili. Nasıl yazdınız o bölümü? Bunca ironi arasında, o kadar keskin bir acıya nasıl ulaştınız?
“Ben yazmaya başladıktan sonra romanın içindeki gelişmelere hiç karışmıyorum. Her şey kendi akışı içinde olup bitiyor. İlk satırdan son satıra kadar, nerede ne olacağını hiçbir zaman bilmiyorum. Şu ana kadar gelişmelerini veya sonunu bildiğim bir roman yazmış değilim.”

       
       S. Kaymaz: Ben yazmaya başladıktan sonra romanın içindeki gelişmelere hiç karışmıyorum. Her şey kendi akışı içinde olup bitiyor. İlk satırdan son satıra kadar, nerede ne olacağını hiçbir zaman bilmiyorum. Şu ana kadar gelişmelerini veya sonunu bildiğim bir roman yazmış değilim. Düşünceler, bana değil, parmaklarıma geliyor sanki. Yazıp bitirdiğim bir romanı okurken, ‘bunları ben ne zaman yazdım?’ dediğim çoktur.
       Plansız, programsız, hesapsız - kitapsız yazıyorum ki yazdığım şeyin sonunu ben de merak edeyim, hoş olarak okuyayım. İnanın, Ertuğrul’u sizin kadar ben de merak ediyorum. Onun çektiği acılara gelince; az bile. Ben daha fenalarını gördüm.
       
       
“KADERİN SİLLESİNİN YAKINLARDA OLDUĞUNU HATIRLATAN YAZAR”
       
       M. S. Polat: Radikal’de çıkan bir yazıda, ‘Kaderin sillesini yemiş insanların yazarı’ olarak tanımladındınız. Siz öyle görüyor musunuz kendinizi?
       
       S. Kaymaz: Yazdıklarımı okuduktan sonra ben de hayretle görüyorum ki, hep acılardan yana olmuş, acı çekenlerin tarafını tutmuşum. Bunu kasıtlı yapmıyorum. Öyle oluyor, geldiği gibi, estiği gibi yazıyor, geçip gidiyorum. Kendimi; ‘Kaderin sillesini yemiş insanların yazarı’ olarak görüp görmemem gerektiğini, Radikal’de çıkan o yazı üzerine düşündüm ben de biraz. Sonuçta, her hayatta bir kan çıbanı bulup, orayı kanata kanata, acıta acıta deştiğimi fark ettim. Hakikaten de zevk û sefa içinde yaşayanlara bile rahat - huzur vermemişim, canlarını yakacak bir şeyler bulup feryad ettirmişim onları. Sonra bazılarının yaralarını sarmış, bazılarınınkini cılk edip bırakmışım. Belki Radikal’de, benim hakkımdaki o yazıyı yazan kişi ben olsaydım, gene kendi hakkımda şöyle bir hüküm verirdim: ‘İnsanlara kaderin sillesinin yakınlarda bir yerde olduğunu hatırlatan yazar...’ Ama söylediğim gibi; bunu planlayarak yapmıyorum. Benim marifetim değil bu. Öyle oluyor.
       
       M. S. Polat: Aynı yazıda, son derece sağlam bir okur kitlesi edindiğiniz de kaydedildi. Gerçekten böyle mi bu? Siz böyle bir şey gözlüyor musunuz?
       
       S. Kaymaz: Belli bir okur kitlesinin kitaplarımı takip ettiğini tahmin edebiliyorum. İlk kitaptan itibaren; “Bir sonraki ne zaman geliyor” diyenler çokca. Sayılarla ve çokluklarla ne işim, ne de aram var, ama gene de “devamlı okur”u olan bir yazar olduğumu ve bu “devamlı okur” sayısının da devamlı arttığını, devamlı şaşırarak görebiliyorum. Ben bu sorunuzu, bir defa da gönlümden geçen anlama çekerek cevaplamak istiyorum: “Evet! Çok çok çok sağlam bir okur kitlesi edindim; çok güzel dostlar edindim, ama çok güzel!”
       
       M. S. Polat: Türkiye’deki edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Oyunun, eğlencenin dışında sahici bir edebiyat var mı?
“Türkiye’deki edebiyat ortamı, bana; “koyunun olmadığı yer” gibi geliyor.”

       
       S. Kaymaz: Türkiye’deki edebiyat ortamı, bana; “koyunun olmadığı yer” gibi geliyor.
       
       M. S. Polat: Öteden beri, İstanbul edebiyatın başkenti kabul edildiğinden, bir Ankaralı için edebiyatçı olmanın handikap olduğu söylenir. Siz böyle bir şey hissediyor musunuz?
       
       S. Kaymaz: Bu beni hiç ilgilendirmiyor. İstanbul’da oturuyor olsaydım başka mı yazacaktım? Yoksa ben bu soruyu yanlış anlamak mı istiyorum?
       
       M.S. Polat: Ustalarınız desek, yerli ve yabancı hangi isimleri sıralarsınız?
       
       S. Kaymaz: Bu soruya iki ayrı cevap verebiliyorum: Birincisi; ustam yok benim. Ben kimsenin çırağı olmadığım gibi, büyüyüp yazar olunca da kimsenin ustası olmayacağım. İkincisi; herkes benim ustam. Anadolu Ajansı muhabirlerinden en haşmetli köşe yazarlarına, Kemalettin Tuğcu’dan Kerime Nadir’e, Mesut Mertcan’dan Tuna Huş’a, Banu Alkan’dan hakiki Afrodit’e kadar, yazan, konuşan ve yaşayan herkes benim ustam. Ne biliyorsam onlardan öğrendim.
       
       M. S. Polat: Yaşıtlarınızdan veya daha gençlerden beğendiğiniz, severek okuduğunuz, istikbal vaadettiğini düşündüğünüz isimler kimler?
       
       S. Kaymaz: Bu gözle hiç bakmadım ve bakmayacağım. Kimsenin istikbali yetenekleriyle belirlenmiyor artık. Yetenek, istikbalin yegane kurucu unsuru olmak gerekirken, dünya hayatından tekme tokat kovuldu da onun yerini “ilişki” denilen bir şey aldı... Bu da marka yarattı.
       
       M. S. Polat: Tezgâhta ne var?
       
       S. Kaymaz: Bunu hiçbir zaman bilemiyorum. Olup bitecek, sonra söyleyeceğim.
       
       
       
       
 
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları