Home page
Haber Menüsü


Hani bu çayırın gözyaşları?  
Sinema tutkumun başladığı günlerde -İstanbul Film Festivali sağolsun- iki Angelopoulos filmi görmüştüm: Avcılar ve Puslu Manzaralar. Olağanüstü tablolar içinde sakince hareket eden kamera ve arayan gözün görebileceği simgeler beni büyülemişti.  
   
 
 
   
Haşmet Topaloğlu
NTV-MSNBC
 
    27 Ocak 2005 —  Sadece beni değil, o tutkuyu paylaştığımız üniversite arkadaşlarımı da. ‘Puslu Manzaralar’ın çıkışında bir çoğumuzun gözleri buğulu, zihni doygundu. Yıllar içinde tutku olgunlaşırken Angelopoulos da hep beğenimin tartışılmaz bir katında ikâmet etti. Ancak ‘Ağlayan Çayır’ı gördükten sonra ustanın konumunu tartışmakta yarar var diye düşünüyorum.  

   
 
       
    MSNBC News Zeki Demirkubuz Koleksiyonu
MSNBC News Gerçekten de illetos!
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 
       Bir sürgünden bir diğerine savrulan Yunan mültecilerin Odessa’dan ‘vatan’larına dönmesiyle başlıyor ‘Ağlayan Çayır’. Tabii yine büyüleyici bir tabloyla ve zamanı süzen sabırlı bir kamera hareketiyle. Gelip önümüzde, bir derenin kenarında duran Eleni’yi seyrediyoruz film boyunca. Onun öyküsü Yunanistan’ın ızdıraplarla dolu geçen 30 yılının öyküsü oluyor. Müzik, fabrika işçileri, sendika, baskılar, savaş, dağılan bir aile ve yine savaş ...
       Angelopoulos, sanatın en eski formlarından tragedyayı sandıktan çıkarıp politik eleştirinin üzerine giydiriyor. Doğrusu yaşananlar gerçekten de tam bir tragedya öyküsü. Ancak ustanın kurduğu bu çağlar arası çatı, iki noktada çatırdıyor.


        Birincisi, tablo-sahneler bir noktadan sonra tekrara dönüşüyor, ısrarla tekrarlanan simgeler fazla göze batar hale geliyor. İkincisi, ana karakter Eleni rolündeki Alexandra Aidini, tragedyanın yükünü kaldırmaktan çok uzak.


       Kameranın, yüzüne yaklaştığı anlarda, duygular yerine ifadesiz ve derinliksiz bir maskeyle karşılaşıyoruz. Aidini, filmin -haddinden fazla hızlı geçen son bölümünde- her şeyini yitiren bir kadını canlandırmak için sadece ağlıyor, sayıklıyor ve haykırıyor. Bu arada bir şiire dönüşen teatral sayıklama sahnesi ‘Gönül Yarası’nın hemen başında Şener Şen’in verdiği akla ziyan ‘yavrularım’ söyleviyle yarışır didaktiklikte.


        Angelopoulos’un, Bruegel tablolarını andıran mekan-insan yerleştirmelerini, o tablolar içinde müthiş bir ustalıkla hareket eden kamerasını ve görselliğini yine takdir etmek lazım. Diğer yandan da görsel ögelerde, özellikle de ‘suyun durgun gücü’nde ve -anlaşılmaz bir şekilde- ekranı yarıp geçen trende ısrarının, dilde kekremsi bir tat bıraktığını da belirtmeden geçmemeli.


        Tartışılacak bir başka nokta ise politik eleştirisinin derinliği. Usta yönetmen yıllar önce İstanbul’a konuk olduğunda SESAM’da bir söyleşiye katılmıştı. Yönetmen/eleştirmen Engin Ayça’nın “politik sinemadan uzaklaştığınızı düşünüyorum” yorumuna müthiş sinirlenmişti. Ona göre politik duruşunda ve sinema anlayışında hiç bir değişiklik yoktu. Sonraki yıllarda gerçekleştirdiği ‘Ulysses’in Bakışı’ ve ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ güncel politik sorunlara ve onların arka planındaki sosyal temalara bakışlarıyla ustanın savunusunu doğruluyordu. Ancak bugün karşımıza çıkan ‘Ağlayan Çayır’ bu çizginin çok dışında. Angelopoulos, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki Yunanistan hakkında, politik bir kronolojiyi, bir ‘kaybeden’in üzerinden anlatmak dışında yeni bir şey söylemiyor. Asıl farklılık bir yurt, şefkatli bir kucak bulamayan mültecide olabilecekken onu da tragedyanın ağırlığında yitiriyor.
       Tabii Angelopoulos, bir sinema tutkunun, bir filmle umudunu yitirmeyeceği zenginlikte bir kaynak. Kuracağı daha zengin tablolar, getireceği daha derin eleştiriler olduğunu düşünüyorum.
       
ÇAYIR VE BULUTLAR
       ‘Ağlayan Çayır’la Yeşim Ustaoğlu’nun filmi ‘Bulutları Beklerken’ iki kardeş yapıt. Neredeyse, bir ortak proje için iki ayrı yakada çekilmiş iki film. Ustaoğlu’nun ana karakteri Ayşe (asıl adıyla Eleni) Karadeniz’de zorunlu göç sırasında koptuğu ailesini, kardeşini düşünerek elli yılın ardından hâlâ kahrolurken Angelopoulos’un Eleni’si o göçün içinde Odessa üzerinden öbür kıyıya Yunanistan’a gidiyor (Rüçhan Çalışkur, Yunan meslektaşının aksine Eleni karakterine büyük bir derinlik ve duygu katıyor).


       Her iki film de aynı tarihi acının izini sürüyor. Her iki film de yurtsuzluğu, baskıyı, dağılan aileleri anlatıyor. Hatta her iki filmde de baş kahramanların hayatından kopup gidenler, arkalarında, sökülen bir ‘yarım örgü’ bırakıyor (bu simgeyi ilk olarak ‘Cennet Sineması’nda Giuseppe Tornatore kullanmıştı). Tabiki iki film de birbirinden bağımsız olarak düşünülmüş, gerçekleştirilmiş, birbirinden -görsel veya düşünsel olarak- etkilenmemiş. Ancak ortak bir temanın üzerinden bu kadar ortak ögeler çıkarmış olmaları hem şaşırtıcı hem de etkileyici.


       Petros Markaris’in her iki filmin de senaristleri arasında olması bu kesişmelerde ne derece rol oynadı bilinmez. Belki biraz naif bir değerlendirme olacak ama Ustaoğlu ve Angelopoulos birbirine gerçekten de çok benzeyen iki ulusun, vicdanlarının ve ‘dillerinin’ de benzer olabileceğini gösteriyor.
       
 
       
    TOP5 38. Rotterdam Film Festivali başladı  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları