|
Fosforlu Cevriye, Suat Derviş, Doğan Kitap, 270 sayfa
|
|
Sizin kadar biz de biliyorduk şarkıyı; siyah-beyaz filmlerin siyah-beyazın haysiyetini taşıdığı çayır-çimen günlerinde az dinlememiştik kendisini, kantocu kızlar kulaklarının arkasına ve memelerinin arasına kıstırdıkları karanfilleri sarı sabır tesbihleri niyetine çekiştirirken...
Lakin, yıldızların ve mehtabın yeryüzüne hayli yakın durduğu telaşlı bir İstanbul gecesinde, peşindeki polisin takibinden kurtulmak için sığındığı bir çöp bidonunun karanlığında, ıslak saçlarına dökülen elektrik ışıkları samanyolları oluşturduğu için yakayı ele verdiğini; ışıldayan saçlarını gören şişman, yaşlı ve güngörmüş olduğu her halinden belli olan başkomiserin, Cevriyeyi eliyle koymuş gibi bulup Burada bir fosforlu var... dediğini; o günden sonra da Galatanın falçatayı ensesinde taşıyan bitirimlerinden Beykoz çayırında abdest bozup güreş üstüne güreş tazeleyen zibidilerine kadar bu ismin dalga dalga yayıldığını doğrusu bilmiyorduk...
Karakolda ayna var mısraının işte öylesine söylendiğini, sonradan dilimize aynasız olarak da yerleşecek olan kavramın biraz da buralardan kaynaklandığını, bıyıklarımıza çeki-düzen veren yeni yetme tedirginlikleri arasında komşu mahallenin delikanlılarıyla girdiğimiz taşlı-sopalı kavgalar sırasında öğrenmiştik her nasılsa...
KARA SEVDA UĞRUNA KOLA DAMGA
Ama Kız kolunda damga var mısraının gerçek bir olaya dayandığını, adı Fosforluya çıkan Cevriyenin Yiğidim ismini bağışla bir yol hele! bile diyemediği kabadayıdan irice, balıkçıdan dirice bir palabıyıklıya gönül düşürdüğünü; başında kavak yelleri esen ve Karaköy ile Üsküdar arasını haraca kesen palabıyıklının gözünü açıp da Cevriyeye bakacak yerde itin, uğursuzun peşisıra kaçakçılık gibisinden lüzumsuz işlere bulaştığını, bulaştığı yetmezmiş gibi bir de enselendiğini ve soluğu Paşakapısı Cezaevinde aldığını; bunu duyan Cevriyenin yemeden içmeden kesilerek günlerce ağzına Çerkes peyniri bile koymadığını, derdinden delilendiği bir gün soluğu Yüksekkaldırımın arka sokaklarındaki Ermeni bir dövmecinin kapısında aldığını ve zayıflıktan ergenliğe adım atmamış bir körpenin bileklerine dönen bileklerini uzatarak, Herbirine birer kelepçe vur bre çorbacı, herbirine birer kelepçe vur ki, gören görmeyene, duyan duymayana söyleye de gidip çalına yiğidimin kulağına dediğini bilmiyorduk doğrusu...
Bunun üzerine İstanbulun semt semt, kahve kahve, hamam hamam, karakol karakol, bohçacı bohçacı Fosforlu Cevriyenin derdinin telaşına düştüğünü; hüznünü bir zırh gibi kuşanıp Beyoğlu sokaklarını arşınlayan Cevriyeyi gören kabadayı esnafının saygıda kusur etmediğini, lakin Cevriyenin kara sevdasından günden güne karardığını, Allah için bir tek o koyu gergin ısırgan otlarını andıran gözlerinin alev alev direndiğini, peşisıra seğirten mahalle itlerinin bile Gözlerinden bellidir Cevriyem, sende kara sevda var makamından havladığını, Reşat Ekrem Koçu üstadımızın ağzı fermuar tutmayan tilmizlerinden duymuşluğumuz da vardı...
Fakat Cevriyenin, Boğazın kendi gibi yakamozlu sularına doğru kayıp gittiğini ve o günden sonra bu şarkının beyhûde bir dünya için beyhûde bir direnişten vazgeçmeye aracı kılındığını bilmiyorduk doğrusu...
Keşke hiç bilmeseymişiz...
| |