Home page
Haber Menüsü


Ölümcül Kimlikler’in açtığı yaralar
Amin Maalouf son kitabında insanların kimliklerinin, “resmi kayıtlarda görünenlerle kesinlikle sınırlı olmayan bir yığın öğeden” oluştuğunu vurguluyor.
M. Salih Polat
NTV-MSNBC
    12 Aralık—  Maalouf kitabında bakın ne diliyor “... bütün Ortadoğu’ya ‘vatan’ ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına ‘vatandaş’ diyebileceğim günün hayalini kuruyorum.” Bu dileğe katılmamak mümkün mü?  

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 
Ölümcül Kimlikler / Amin Maalouf / Çeviren: Aysel Bora, YKY, 134 sayfa

        “Afrikalı Leo,” “Semerkant,” “Işık Bahçeleri,” “Tanios Kayası” gibi romanlarını peynir - ekmek gibi tükettiğimiz Amin Maalouf yabancımız sayılmaz artık. “Ölümcül Kimlikler” isimli son “romanı” da en az diğerleri kadar usta işi bir kitap. Gerçi “kimlik” ve “aidiyet” kavramları, hem sosyolojik, hem de psikolojik açıdan zaman zaman birbirine karışıyor, hangisinin diğerinde mündemiç olduğu belirsizleşiyor ama artık o kadar da olacak. Ne var ki, yayınevinin bu güzelim “roman”ı neden ısrarla “deneme” olarak nitelediğini anlamak mümkün değil...
       
BİZ BU “ROMAN”I ÇOK SEVDİK
       
       Amin Maalouf’un bir yanıyla Türk olduğunu biliyor muydunuz?
       Peki Türkiye’de bu kadar sevilen, kitapları baskı üstüne baskı yapan böyle bir yazarın Kürt meselesi konusunda ne düşündüğünden haberiniz var mıydı?
       “Afrikalı Leo”da bir miktar okumuş olabilirsiniz elbette ama “Semerkant” yazarının, Osmanlı başkenti olarak İstanbul’un kimliği konusunda, ayıptır söylemesi, yıllardır Türkiye’de bir avuç aydının söylediğiyle aynı bakış açısına sahip olduğuna dair iki satır yazı çarpmış mıydı gözünüze? Bakın ne diyor Maalouf: “...Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul’un nüfusu içinde başlıca Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Yahudiler’den oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris’te, Londra’da, Viyana’da ya da Berlin’de nüfusun yarısının Hıristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudiler’den oluşabileceği düşünülebilir miydi?” Hele hele, “Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum” sözlerinin Maalouf’a ait olabileceğini fısıldamış mıydı kimse kulağınıza?
       Hayır değil mi? bunu söylemekteki amacımız Misak-ı Milli sınırları içinde yani şu cennet vatanda adam gibi kitap okunmadığını, hatta neredeyse hiç okunmadığını ve fakat peynir - ekmek misali satıldığını ortaya koymak.
       
       
“HEP BİR HALLI TURHALLIYIZ BİZ BİZE BENZERİZ...”
       
       Kitabın adını duymamış olamazsınız: “Ölümcül Kimlikler.”
       Basan yayınevi de anlı - şanlı Yapı Kredi Yayınları.
       Daha kitap çıkmadan reklamı yapıldı, çıktıktan sonra da irili ufaklı hemen her mevkûtede tanıtıldı.
       Peki, bir fikriniz var mı, nedir bu kitabın türü? Roman mı, hikâye mi, tiyatro mu, şiir mi yoksa deneme mi?
       Bu kadar çok tanıtılan bir kitabın, hiç değilse türü kalmaz mı insanın aklında?
       Eh, tanıtanlar kitabı okuyup türünü farketmişse kalır elbette ama o zahmete katlanan pek fazla kalem ve kelâm erbâbı yok galiba memleketin münbit topraklarında.
       Kitabın künyesinde adı “editör” olarak geçen kişinin bile okuduğu kuşkuluysa, varın siz düşünün artık ötesini...
       İyi ama niye böyledir bu?
       Niye bu kitaplar alınır da okunmaz? Niye işleri bu olan, bunun için para alan insanlar, hiç değilse üç-beş sayfasını okuma zahmetine katlanmadan, çala kalem dayanır basın bildirisi özetlerini sayfalarına sütunlarına?
       Hal böyle olunca, doğal olarak da ne türü kalıyor kitabın hafızada, ne de ne “işe” yaradığı...
       Ama kitabın kapağında yer alan şu parlak lâflar yetip de artıyor değirmene su taşımaya:
       “Kimlik, insanın zamanın içindeki incelişinde onu dünyaya bağlayan bir ayna.
       Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de çok yönlü ve saydam bir sorgulamanın eşliğinde, aynadaki görüntünün tutulabileceğine işaret ediyor.
       Ölümcül Kimlikler, dünyanın yeni zamanlarında insanlığın küllerinden kuracağı düzenin temeline konan bilge bir taş.”
       Anladıklarınızı en yakınınızdakine anlatın isterseniz, yahut yayınevine telefon edip ne denilmek istendiğini sorun, şayet cevap vermeye tenezzül edecek bir muhatap bulabilirseniz...
       Memleketteki temel sorunun, okur - yazar taifesinin ta kendisi olduğunu söyleyen kimdi acaba?
       Kitapları ciddiye alınıp okunsun ve tanıtılsın diye bekleyen genç yazarlar ise Amin Maalouf’a yapılan muameleyi gördükten sonra, en az bir süre susacaklardır herhalde...
       
       
“KİMLİKLERİNİZ LÜTFEN...”
       
       Oysa Amin Maalouf, mozaik mi, Divriği halısı mı, Nazilli kilimi mi, Susurluk ayranı mı, Erzincan tulumu mu olduğu hayli sık tartışılan bir ülkenin kimliğine ışık tutabilecek bir konuyu ele alıyor, roman değil de deneme olduğunu artık söylememiz gereken kitabında.
       Yaşadığımız yüzyılda öne çıkan “kimlik” ve “aidiyet” kavramlarının gerisinde yatan gerçekleri ortaya serdikten sonra, bunlara nasıl gündelik kullanım kolaylığı sağlandığının altını çiziyor ve insanların kimliklerinin, “resmi kayıtlarda görünenlerle kesinlikle sınırlı olmayan bir yığın öğeden” oluştuğunu vurguluyor. Örneği de, yakından tanıdığı birisinden, kendisinden veriyor:
       “Savaş içindeki bir ülkede, komşu mahalleden gelen bombardıman yağmuruna maruz kalmış bir mahallede yaşamış, dışarda patlama gürültüleri, içerde her an bir saldırı olacağı ve katledilen aileler hakkında bir bir söylenti, sığınak haline getirilmiş bir bodrumda hamile genç karım ve küçük yaştaki oğlumla bir iki gece geçirmiş biri olarak, korkunun herhangi bir insanı cürüme itebileceğini çok iyi bilirim. Eğer benim mahallemde işler yalan yanlış söylentilerle kalmayıp gerçek bir kıyım yaşanmış olsaydı, ben aynı soğukkanlılığı uzun zaman koruyabilecek miydim? Eğer o sığınakta iki gün geçirmek yerine bir ay geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddedecek miydim?
“...Neden evrim Batı’da bu kadar olumlu gelişti de, Müslüman dünyasında bu kadar düş kırıcı oldu? Evet, vurguluyor ve ısrar ediyorum: uzun bir hoşgörüsüzlük geleneği olan, ‘öteki’yle yan yana yaşamaktan her zaman rahatsızlık duymuş olan Hıristiyan Batı ifade özgürlüğüne saygılı toplumlar ortaya çıkarabilmişken, uzun zaman yan yana birlikteliği uygulamış olan Müslüman dünyası neden artık fanatizmin kalesi olarak görülüyor?” Neden dersiniz?

       Ben bu soruları kendime fazla ısrarla sormamayı tercih ediyorum. Şansım vardı, çok ağır etkilenmedim, şansım vardı, ailemle birlikte sağ salim o cehennemden erken çıkabildim, şansım vardı, ellerimi temiz, vicdanımı rahat tutabildim. Ama ‘şans’ diyorum, evet, çünkü eğer Lübnan savaşı başladığında yirmi altı değil de on altı yaşında olsaydım, değer verdiğim bir yakınımı kaybetseydim, başka bir sosyal çevreden, başka bir cemaattan gelseydim, durumlar bambaşka bir şekilde de gelişebilirdi...”
       Kim itiraz edebilir ki Maalouf’un anlattıklarına ve bu anlatılanlardan sonra kim ortaya çıkıp da herhangi bir kimliğe vurgu yapma gereğini duyabilir?
       Bu kadar çok kimlik vurgusu yapılan bir ülkede, böyle bir soruyu sormak ve Maalouf’un tedirgin edeceği apaçık olan tesbitlerinin paylaşılmasını beklemek ham hayalden başka bir şey olmasa gerek. Hatırlanacağı gibi, bundan bir - iki yıl önce, Meltem Ahıska’nın Defter dergisinde yayımladığı “kimlik ve aidiyet” konusundaki bir denemesi de, sessiz sedasız geçiştirilmişti, sanki ortada böyle bir sorun yokmuş gibi. Bu itibarla, “Doğunun Limanları” müellifinin çabalarının da, “gönüllü kulluk üstüne söylev”lere âşina zihinler tarafından gözardı edilmesinde şaşırtıcı bir taraf yok. Şaşırtıcı olan, şakağına dayanmış tabancanın tetiğine doğru uzanan elin kararlılığı...
       Tam da bu nedenle, Tevfik Fikret’in, yüz küsur yıl önce söylediği “Toprak vatanım nev-i beşer milletim... insan / İnsan olur ancak buna iz’anla inandım” sözlerini, o içli coğrafyanın çocuğu olan Amin Maalouf’tan bir asır sonra yeniden okuyunca, bir şeylere dertlenmek gerekiyor ama artık neye olduğuna siz karar verin lütfen:
       “Aidiyetlerimden her birini yüksek sesle talep eden ben, doğduğum bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği günü hayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan’a, Fransa’ya ve Avrupa’ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu’ya ‘vatan’ ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına ‘vatandaş’ diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuran ve önceden hisseden kafamın içinde bu oldu bile; ama bir gün gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını isterdim.”
       Bu dileğe katılmamak mümkün mü?
       
       
EDİTÖRLÜK NE İŞE YARAR?
       

       Entelektüel olduğu varsayılan camiadaki kırık - döküklüğe yakından bakmak için de ilginç fırsatlar sunuyor bize “Ölümcül Kimlikler.” Çeviri özensiz olabilir (ki Aysel Bora’nın diğer çevirilerine şöyle bir göz attığınızda buna ihtimal vermenin pek de mümkün olmadığını farkediyorsunuz hemen, hafif bir Türkçe bilgisiyle üstelik!), “kimlik” ve “aidiyet” kavramları, gerek sosyolojik, gerekse psikolojik anlamda sık sık birbirine karıştırılmış olabilir, dizgide hatalar olabilir, bazı yerlere virgül fazla gelmiş, bazı yerlerde kendisini özletmiş de olabilir. “Editörlük” denilen kurum böyle durumlar için değil midir zaten?
       Oysa, “Ölümcül Kimlikler”in bir editörün denetiminden geçtiğine dair en küçük bir belirti yok. Yoksa, daha ilk sayfada şöyle bir cümleyle karşılaşır mıydı okur denilen nazenin yaratık: “...Dumas ve Dickens’i, Güliver’in Seyahatleri’ni ilk kez Arapça çevirisinden keşfettiğimi ve çocukluğun ilk sevinçlerini atalarımın köyü olan dağ köyümde tattığımı, ilerde romanlarımda esinleneceğim bazı öyküleri orada dinlediğimi açıklıyorum. (s. 9)” “...atalarımın köyü olan dağ köyümde...” ifadesi, daha kitabın başında, musahhih hatası yüzünden mi gözden kaçmıştır yoksa doğruluğundan kimsenin kuşkusu olmadığı için mi düzeltilme gereği duyulmamıştır, bunu da siz düşünün artık...
       Peki ya, “Benim giriştiğim çabaysa son derece mütevazı: neden bunca insanın dinsel, etnik, ulusal ya da başka kimlikleri adına cinayetler işlediğini anlamaya çalışmak (s.15)” cümlesindeki “kimlikleri” ne oluyor, sondaki “i” de mi musahhihin ürünü?
       “Spor takımı (s. 16),” “şeriat kurallarına uygun sakal (s. 17)” gibi “saflıklar” Hakkı Devrim’in eline düşse ne olurdu bilinmez gerçi de biz “özenli yayıncılık” deyip geçelim. İyi ama “Timur zamanından kalma bir medresenin kapısında yaşlı bir ulema (s. 20)”ya nasıl rastlarsınız? Birisi bu arkadaşlara “ulema”nın “âlimler” anlamına geldiğini söylememiş mi hiç?
       “Ölümcül Kimlikler,” gerçekten de pek çok şeyin “ölümcül” hale geldiğini gösteriyor. Amin Maalouf’un şu tesbiti, bunun sebepleri konusunda açıklayıcı olabilir galiba:
       “...Neden evrim Batı’da bu kadar olumlu gelişti de, Müslüman dünyasında bu kadar düş kırıcı oldu? Evet, vurguluyor ve ısrar ediyorum: uzun bir hoşgörüsüzlük geleneği olan, ‘öteki’yle yan yana yaşamaktan her zaman rahatsızlık duymuş olan Hıristiyan Batı ifade özgürlüğüne saygılı toplumlar ortaya çıkarabilmişken, uzun zaman yan yana birlikteliği uygulamış olan Müslüman dünyası neden artık fanatizmin kalesi olarak görülüyor?”
       Neden dersiniz?
       
       
       
       
       
       
 
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları