Home page
Haber Menüsü


Edward Said ve “Kış Ruhu”
Edward Said, “Kış Ruhu”nda sorgulamaktan ürkülen ya da dudak bükülen “sürgün” gerçeğine ışık tutuyor.
M. Salih Polat
NTV-MSNBC
    20 Kasım—  Hemen her zaman, her ülkede sürgünler görülmüştür; gelir giderler bir yerden bir yere. Kimse onlar hakkında uzun boylu düşünmek istemez. “Uluslararası sözleşmelerle kendilerine tanınan haklara rağmen, ülkenin en kuşku duyulması gereken insanları listesinde ilk sıraya yerleştiriliyorlar hemen. Sonra da kurtul kurtulabilirsen bir pranga gibi ayakbileklerinde sürüklediğin kaderden” diyor yazar ve devam ediyor...  

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 
“SUSANLARA HİÇBİR ŞEY SORMAYINIZ”
Kış Ruhu / Edward Said / Çeviren: Tuncay Birkan / Metis Yayınları, 242 sayfa

       
       Siz onları pek bilmezsiniz, bilseniz de vicdanınızı sızlatacağını düşünerek pek de bilinçsiz olmayan bir çabayla sürekli zihninizin arka taraflarına itersiniz. Onlar da, itilmişliklerini yüzünüze vurmaya o kadar meraklı değillerdir zaten. Kentlerinden, ülkelerinden, dillerinden kopartılmış ve saksılarının dışına düşürülmüş bir çiçek gibi bırakılmışlardır orta yerde. Kimi zaman, gecenin bir yerinde, memleketin mücavir alanlarından yükselen bir türkü gibi dolansalar da ayaklarınıza, görmemezlikten gelmenizde bir sakınca yoktur. Sizin “arsız” sıfatını çekinmeden yapıştıracağınız bir gülümsemeyle geçerlerse karşınıza bir gün, muhtemelen derin bir dostluk ihtiyacı içindedirler. Üzülmenize gerek yok, hayat onlara, Misak-ı Milli sınırları dışına adım attıkları ânın “Dostlukların Son Günü” olduğunu çoktan öğretmiştir çünkü. Onlar artık “sürgün”dür ve geride bıraktıkları ise sözler, sözler ve sözlerdir...
       
       Onlar genellikle suskundur.
       Hayır, söyleyecekleri sözleri tükettiklerinden değil, hiç değil.
       Tam tersine, o kadar çok şey biriktirmişlerdir ki içlerindeki mağaranın kuytularında, içlerindeki mağaranın kuytularında o kadar çok kelime tüketmişlerdir ki, duyulsun, bilinsin isterler.
       Ve buna rağmen susarlar sürekli.
       Dilleri dişlerine, kandilleri gülüşlerine “yaban” bir memleketin kıyılarına sığındıkları, sığınmak zorunda bırakıldıkları için susarlar ve içlerinde bitip tükenmeyen “birisi sorsa da anlatabilsem” umudunu günden güne tüketerek; telâşla adımlarlar âşinası bile olmadıkları bir kentin, bir ülkenin kaldırımlarını.
       Oysa doğrudur, kimse onları pullu dilekçelerle, esirgenmiş gerekçelerle davet etmemiştir bulunmak zorunda bırakıldıkları ülkeye.
       Onlar, analarının ak sütü gibi helâl olan bir ülkeden kopartılıp yazıya-yabana bırakılmışlardır. Bunu gayet iyi bilirler. Bu bilincin, ayaklarını dibe çeken en ağır yük olduğunu da gayet iyi bilirler.
       Yolunuz düştüğü zaman sizin için o kadar da yazı-yaban olmayan ülkelere, görürsünüz kendilerini. Yüzleri kavruk, renkleri tuhaf, tebessümleri acının sıradağlarına vadiler eklemeye eğilimlidir.
       Ama en çok suskunluklarından tanıyabilirsiniz onları. Batı’nın başkentlerinde, Batı’nın başkent olmaya kıyılmamış kentlerinde, gözbebeklerini kaldırımların hizasına denk düşürerek; kâbesini-kıblesini çoktan yitirmiş bir ülkeye dair düşler kurarken yakalayabilirsiniz kendilerini.
       Kazara, kâbesini-kıblesini çoktan yitirdikleri bir ülkeden, bir kenten gelen biri çıkarsa karşılarına; şaşkınlıklarından da tanıyabilirsiniz onları. Bir ibadet ürpertisiyle gelip konaklarlar o insanın karşısına; isterler ki, iki satır daha konuşulsun, nicedir ayaklarının dokunmadığı merhamet yoksunu bir sevincin kıyısına dair.
       Bunun için Cem Karaca’nın, yıllar önce benzer şartlarda ürettiği bir şarkı, bir küfür gibi gezinir dudaklarında:
       “Bırak kaynasın kahvenin suyu / Bana İstanbul’u anlat nasıldı / İnsanlar gülüyordu de / Trende, vapurda, otobüste / Yalan da olsa razıyım / Söyle söyle...”
       Yahut “kendileri” gibi olan bir başka şairin mısralarına verdiği sesi, kıskançlığı her halinden belli bir edâ ile tekrarlarlar:
       “Beni bekleme kaptan / Seyir defterini başkası yazsın / Çınarlı, kubbeli mavi bir liman / Beni o limana çıkaramazsın...”
       Bazı kültürlerde, onlara kısaca “sürgün” diyorlar.
       Siz onları suskunluklarından ve gözbebeklerindeki sönmüş kıvılcımlardan da tanıyabilirsiniz...
       “İçindeki hasreti dindir/ Unutulduğun kent senin değildir”
       
       “Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insan hayatının kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli baltalanır.”
       Hayır, bu sözlerin sahibi, kendisini “Yeryüzünde Bir Sürgün” olarak tanımlayan Juan Goytosilo değil. Bu sözlerin sahibi, yeryüzünün belki de en kıdemli sürgünlerinden biri olan Edward Said. Yıllar önce, kendi konumuna çok benzeyen Salman Rüşdi’nin kendisiyle yaptığı söyleşide, kendisini “azınlık içinde azınlık” olarak tanımlayan Edward Said, (Salman Rusdhie, Imaginary Homelands, Granta Books, London, 19992) en katlanılmaz olanın da böyle bir durum olduğunu vurguluyordu zaten.
       Çok sık kulağımıza çalınsa da, çok fazla gözümüzün önünde cereyan etse de üzerinde gereğince ve yeterince durmadığımız, somut bireylerin öyküleri yerine edebiyatıyla ilgilendiğimiz bir olgu sürgün. Bilhassa modern zamanlarda, yerinden-yurdundan edilmelerin önü-arkası gelmiyor ne yazık ki. Savaşlar, siyasi baskılar, hastalıklar, iş ve ekmek umudu, insanları tutup kopartıyor doğdukları ve giderek varlıklarının birer parçası kıldıkları topraklardan. Ve ne yazık ki, hiç kimse ayaklarına halı sererek karşılamıyor kendilerini. Uluslararası sözleşmelerle kendilerine tanınan haklara rağmen, ülkenin en kuşku duyulması gereken insanları listesinde ilk sıraya yerleştiriliyorlar hemen. Sonra da kurtul kurtulabilirsen bir pranga gibi ayakbileklerinde sürüklediğin kaderden...
       Edward Said bunu çok iyi bildiği için, yakıcı bir acı ile anlatıyor tanıdığı diğer sürgünleri ve son derece çarpıcı tesbitlerde bulunuyor:
       “Gerçek sürgün bir nihai kayıp durumuysa, bu kayıp neden bu denli kolayca modern kültürün güçlü, hatta zenginleştirici bir motifi haline gelmiştir? Bunun nedenlerinden biri, modern dönemin kendisini, manevi anlamda öksüz ve yabancılaşmış bir dönem olarak, endişe ve yalnız kalabalıklar çağı olarak düşünmeye alışmış olmamızdır. Nietzsche bize gelenekten rahatsızlık duymayı, Freud ise eviçi mahremiyetine baba-katli ve ensestin ürünü olan öfkeyi kamufle etmek için çekilmiş bir cila olarak bakmayı öğretmiştir. Modern Batı kültürü büyük ölçüde sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin ürünüdür. Amerikan akademik, entelektüel ve estetik düşüncesi bugünkü haline faşizmden, komünizmden ve baskıya, muhalifleri kovmaya dayalı diğer rejimlerden kaçan mülteciler sayesinde gelmiştir. Einstein’i ve onun bu yüzyılda yarattığı etkiyi düşünebiliriz. Bu mülteciler arasında Herbert Marcuse gibi siyasi düşünürler de vardı. Hatta eleştirmen George Steiner, bütün bir yirminci yüzyıl Batı edebiyatının, -başta Beckett, Nabokov, Pound olmak üzere- sürgünler tarafından ve sürgünler üzerine üretilen ‘ülkeler-ötesi’ bir edebiyat olduğunu ve mülteci çağını simgelediğini ileri sürmüştü.”
       Ancak, bu durumu değiştirmez. İster Batı medeniyetine omuz versin, ister yüzünü Doğu’nun serin tapınaklarına dönsün, sürgünün kirpiklerine düşen gölge hep aynı kalır. Kavruk bir yanı vardır bu gölgenin. Dilini-dişini kitlemenin getirdiği tıkanıklığı giderebilmek için “boğazına kilitlenen lokmanın haritasını çıkartmaya” soyunur ikidebir. Ait olduğu ülkenin sınırlarının dışına adım attığı anda kavramıştır esasen artık bir “hiç” olduğunu ama yine de pek yüzüne vurulsun istemez.
       
       “Çağırdınız geldik / Git dediniz / Gitmez miydik, gidecek bir yurdumuz olsaydı”
       
       Bir sürgün için “diğer ülke” nedir? Velinimet mi, kadirşinas olması umulan bir misafirliğin gelip tıkandığı nokta mı? Kendine kucak açan ikinci bir rahim mi? Yoksa, “hiç”liğini sürekli yüzüne çarpan bir ayna mı?
       Peki bir sürgünü en çok yaralayan nedir? Ait olduğunu giderek daha keskin ve yalın bir biçimde farkettiği dili mi, yoksa istemeye istemeye içine sürüklendiği “dilsiz”liği mi?
       Ekran üzerinde hayli yakışıklı duran bu ve benzeri kelimeler kurtarmaz durumu. Edward Said’in Wallace Stevans’tan ödünç aldığı kavramla, “Kış Ruhu” gelip çöreklenmiştir kirpiklerinin gerisine. Oradan bir yere gidilemez, oradan bir yere gelinemez de. Orada durulur sadece ve oradan öylece bakılır karşı kıyılara: “Karşı kıyı memleket / Sana sesleniyorum / Duyuyor musun oğlum Memed...”
       Edward Said’e kulak verelim: “Bir şairi sürgünde görmek -sürgün şiirleri okumanın tersine- sürgünün çatışkılarının cisimleşmesini ve bu çatışkıların eşsiz bir yoğunlukla yaşanmasını görmek demektir. Birkaç yıl önce çağdaş Urdu şairlerinin en büyüğü olan Faiz Ahmet Faiz’le bir süre birlikte kalmıştım. Ziyaü’l Hak’ın askeri rejimi tarafından memleketi Pakistan’dan sürgün edilmiş ve Beyrut’un harabelerinde bir şekilde kendisine kucak açmış insanlar bulmuştu. Doğal olarak en yakın arkadaşları Filistinli’ydi, ama aralarında bir ruh yakınlığını olmasına karşın, hiçbir şeyin tam olarak yerine oturmadığını hissediyordum. Dilleri, şiir gelenekleri, hayat hikâyeleri hep farklıydı. Faiz yüzünün her yanına kazınmış yabancılaşma duygusundan sadece bir kere, yine bir sürgün olan Pakistanlı dostu İkbal Ahmet Beyrut’a geldiği zaman kurtulabildi. Üçümüz bir gece geç saatlerde salaş bir Beyrut lokantasında oturduk ve Faiz bize şiirler okudu. Bir süre sonra Faiz’le İkbal benim için şiirleri çevirmeyi bıraktılar, ama dert değildi. Çünkü orada izlediğim şey çeviri falan gerektirmiyordu.”
       Said’in dediği gibi, sürgünün “evrensel” bir dili olduğu da doğrudur ama bu daha ziyade suskunluklarda belli eder kendini. Direnişin beyhûde olduğunun anlaşıldığı ve katlanmanın kırk yerinden birden kırıldığı iklimlerde, gidip çalacakları son kapı kendi dilleridir ne yazık ki. Ve ne yazık ki, o dilde akan gözyaşlarını, o dille ifade etme imkânları kadar, bir başka dile tercüme etme ihtimali de alınmıştır ellerinden usta işi usturalarla.
       Şikâyete hakları yoktur bu nedenle, hem kimi kime şikâyet edeceklerdir ki, sevgilileri, dostları, hemşehrileri kırık bir aynanın gerisinden kendilerine gülümsemeyi bile ihmal ederken...
       
       Hamiş: Söylemek gereksiz belki ama bu satırların yazarı, Edward Said’in Wallace Stevans’tan ödünç aldığı kavramla baharlara denk düşürdüğü “Kış Ruhu”nu, beş yıl boyunca ait olmadığı bir kentin kaldırımlarında bizzat yaşayarak geçirmiş bir insandır. Konuya ilişkin “bilgi”si, bu nedenle “sahih” bir katmana tekabül etmektedir ve bu “bilgi” esasen bir intihar bilgisidir.
       
       
 
       
    TOP5 38. Rotterdam Film Festivali başladı  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları