|
|
15 Eylül 18. yüzyıldan itibaren gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet aydınlarının hem kıblesi, hem de kâbesi konumunda bulunan Fransız kültürü, uzunca bir süredir yerini Amerikan kültürüne terketmiş bulunuyor. Fransız kültüründen gelip Amerikan kültürünü keşfe çıkan önemli isimlerden biri olan Mehmet Altan, Amerikan Rapsodisi isimli son kitabında, pek çok başka ülkede ufuk açarken, Türk aydınının zihnine kol demirleri vuran bu kültürü analiz ediyor. Altanın, Kanatlı Karınca ve Matadorun Ölümünden hatırladığmız edebi üslûbu, bunca yıl aradan sonra hâlâ tazeliğini ve diriliğini koruyor. Okuyun ve kendiniz karar verin köprülerin altından akan suların her zaman ve her kişi için aynı neticeyi vermediğini... |
Amerikan Rapsodisi / Mehmet Altan / Can Yayınları, 166 sayfa
|
Yaşınız belli bir dönemeci katetmediyse, nereden geldiği belirsiz gönül kırgınlıklarının gurbetine düşüp kendi gölgenizi arşınlamadıysanız ıssız gece yarılarında yahut başınızı öne eğdiğiniz içki kadehlerinde İstanbul bir demet sümbül gibi süzülmediyse serin vadilerine kirpiklerinizin, doğaldır hatırlamayabilirsiniz. Hele edebiyat denilen ve bugün artık unutulduğu veya en azından hatırlanmadığı konusunda hemen herkesin hemfikir olduğu alnı kınalı kuzu can çekişirken son nefesine yetişemeyenlerdenseniz, yine hatırlayamazsanız doğal olarak. Yahut vaktiyle Erol Evginin söylediği o güzelim şarkıda olduğu gibi, bir seher vakti yola düşmediyseniz mavisi kılıç yarasına yakışan buzdan ayazlar yüreğinize çarparken, hatırlayamazsınız eelbette. Bu da o güzelim Kanatlı Karınca veya Matadorun Ölümü kitaplarındaki zarif denemelerin kıyısından köşesinden geçmediğiniz anlamına geliyordur. O halde, derinlerden gelen bu müziğe kulak verin bir miktar. GENÇLİK BİR MAVİ BULUT Gençliğimde, yaz geceleri ıssız plajlara uzanıp Fransız şansonları dinleyerek kayan yıldızları sayardık. O zamanlar, edebiyat ve müzik zevkimizin önemli köşetaşları arasında Fransız ekolünün belirgin bir yeri vardı. Cezayir Savaşına şarkılarıyla karşı çıkan Moulodji, boğuk sesiyle aşk ve barış şarkıları söyleyen Reggiani çocukluğumuzun anılarına yerleşmişti: Camus, Sartre, Boris Vian gençlik heyecanlarımıza isyankâr yaklaşımlarıyla eşlik ederlerdi. 18. yüzyıl ortasından itibaren Fransız kültürünün biçimlendirdiği bir geleneğin son önemli temsilcilerinden biri olan ve yukarıda anılan Kanatlı Karınca ve Matadorun Ölümü kitaplarında bunun edebi örneklerini sergileyen Mehmet Altan, söz konusu kültürün sadece okullarda aktarılan bir ayrıntı olmaktan çıkıp hayatın bütün alanlarını kuşattığını bu sözlerle anlatıyor. Osmanlının son dönem ve Cumhuriyetin ilk kuşak aydınlarını, bütün siyasi farklılıklara rağmen aynı ortak zeminde buluşturan Fransız kültür geleneği, sadece üzerinde yaşadığımız topraklar için değil, bütün bir Avrupa için de benzer bir anlam ifade ediyordu. Parise gidip Monmartre havasını solumadan ressam, müzisyen veya şair olmak neredeyse imkânsızdı. Ne var ki, köprülerin altından çok sular akmış, siyasi ve sosyal savruluşların at koşturduğu cennetvatan, kendisine yüzünü dönebileceği yeni mekânlar ararken birdenbire Amerika ile burun buruna gelmiştir. Şüphesiz bunda değişen dünya dengelerinin, Avrupanın II. Dünya Savaşı sonrasında kan kaybetmesinin ve Türkiyedeki arayışların istikamet değiştirmesinin de büyük payı vardır. Yeni hedef Amerikan kültürü ve Amerikan hayat tarzıdır artık... Yeryüzü, epeydir, aristokrasinin süzülerek gelen, hayatı akıl gözüyle izleyen, kelimelerin tadını çıkarmaktan hoşlanan, insan ruhunun derinliklerine yolculuğu seven Kıta Avrupasını ve Fransayı unutmuş bulunuyor. Bunun yerini, aristokratların ve burjuvaların yerleşik değerlerinden, yaşam kalıplarından uzak bir pragmatizmin oluşturduğu, hareketli ve mücadeleci Amerikan kültürü almış bulunuyor. BİR ZAMANLAR AMERİKADA İyi ama nedir bu Amerikan kültürü? Her gün karşımıza çıkan McDonald restoranları mı, ayıla bayıla seyrettiğimiz görsel efekt yorgunu filmler mi yoksa uzunca bir süredir Türkiye karayollarında görülmeyen büyük arabalar mı? Mehmet Altan, bir yıl kaldığı bu ülkeye ilişkin gözlem, izlenim ve değerlendirmelerinden şu satırları süzüyor: Kısa pantolon, lastik ayakkabı, tişört, meşrebi değişik ama şekli aynı kasket ve şapkalarla, çok farklı dillerin, dinlerin, ırkların, renklerin ve sosyal tabakaların insanları bir arada eğlenceli ve gürültülü bir panayırın figüranlığını yaparken; aklı başında duranlarla, aklını salmış görünenler de zaman ve mekânı özgürce paylaşarak meydan kalabalığının çerçevesini oluşturur (...) İnka flütçülerinden Afrika tamburcularına, caz topluluklarından plastik kovalarla bateri solo yapanlara kadar tüm müzisyenler, meydanın farklı köşelerinde yarattıkları müziklerini hem birbirlerine karıştırmama, hem de aynı yerde iki gün üst üste görünmeme becerisine sahiptirler. Kendinizi programı her gün değişen bir müzik festivalindeymiş gibi hissedebilirsiniz. İşte, dünyanın dört bir yanından gelen hayat tarzlarının hem aynı kalmasından, hem değişerek birbirini etkilemesinden oluşan Amerikan kültürü, böyle bir şeydir. İçinde yaşarken, Avrupa kültürü gibi üzerinize üzerinize gelip bir köşeye kıstırmaz sizi, tersine, rahat bırakır, kendiniz olmanıza izin verir. İyice gevşeyip rahatladığınızda ise onun bir parçası olmuşsunuzdur zaten. Görece bir özgürlük ortamındaki karşılıklı etkileşimlerin ürünü olan bir kültür, biraz kenara çekilip düşündüğünüz zaman, tuhaf bir şaka gibidir bir taraftan da. Kimbilir, belki de bunu farkettiği için Amerika Büyük Bir Şaka Sevgili Frank diyecektir kitabının adına Enis Batur. Doğal olarak, Mehmet Altanın dikkatini çeken şakalar kendi ilgi alanıyla yakından alâkalıdır: HARVARD KOCAMAN BİR ŞAKADIR! Dünyanın en ünlü üniversiteleri arasında yer alan Harvard Üniversitesinin bahçesinde yıllardır bulunan heykel ve heykelin kaidesindeki yazı, Amerikan bakış açısının tipik mantığını sergilemesi bakımından ilginç ve yeterince komik bir örnektir doğrusunu söylemek gerekirse. Çünkü, koca üniversitenin ortasında tuhaf bir şaka gibi durmaktadır. Neden mi? Heykelle ilgili bütün bilgiler yalandır da ondan: Yalanlardan ilki, kaidede yer alan John Harvard - 1638 Kurucu ibaresidir. Oysa Harvard Üniversitesi 1636da kurulmuştur. İkincisi, John Harvardın kurucu değil, ilk başta lise olarak kurulan bu okula okkalı bir bağış yapan bir hayırsever olmasıdır. Hayırseverliğinin mükafatını okula adının verilmesiyle almıştır. Üçüncüsü ise heykeldeki figürün John Harvarda değil, okulda 1882 yılında okuyan bir öğrenciye ait olmasıdır. Dünyanın dört bir yanına yayılmış, herbiri kendi sahasında yıldız binlerce kişi yetiştiren böylesine ciddi bir üniversitenin bahçesinde yer alan heykeli herkes Üç Yalan Heykeli olarak tanıyor ve kimsenin aklına da Yahu ayıp oluyor, şunu değiştirelim demek gibi tuhaf bir düşünce gelmiyor. İşte Amerika biraz da budur zaten. Kendi kendiyle dalga geçebilmenin tatlı serinliği ve derinliği yani... Amerikan Rapsodisi, Mehmet Altan, Can Yayınları, 166 sayfa | |||
|
|||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler | Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||||||||||||