Home page
Haber Menüsü


MAG’ın Oğuz Aral söyleşisi
Oğuz Aral’ın NTV MAG Dergisi’nden Halil Nebiler’e 2000 yılının Eylül ayında verdiği söyleşi.
İstanbul
NTV-MSNBC
27 Temmuz 2004 — Oğuz Aral, sabahtan akşama tam gün güneş alan çalışma evinin küçük bir klima aygıtıyla serinletmeye çalıştığı salonundaki masasının başında, elindeki rakı kadehini parmakları marifetiyle kendi ekseni etrafında çevire çevire konuşuyor. Arada bir, kafasında salonun içinde bir yerlere yerleştirdiği holograma bakarak o günlerde yaşadıklarını izliyor, sonra aktarıyor.

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 
       Ovuz Aabi
       Aral, ya da dergi efradının söylediği biçimiyle ‘Ovuz Aabi’, bir ara hiç ilgisi yokken, yıllar yıllar önce izlediğim bir filmi anlatmaya koyuluyor. Akira Kurosawa’nın ‘Yedi Samurai’ filmini.
       Filmi bilirsiniz. Eski Japonya’da, devlet gücünün girmediği bir bölgedeki köylüler, her yıl haydutlar tarafından soyulmakta, bütün yıl emek verdikleri ürünleri ellerinden alınmaktadır. Buna bir çare düşünen köylüler, haydutlara karşı savaşmaları için çok ucuz fiyatlarla, artık çaptan düşmüş yedi samurayla anlaşırlar. Zamanı gelir ve samuraylarla haydutlar müthiş bir savaş verirler. Haydutlarda telefat büyüktür. Ancak samuraylardan beşi de ölmüştür. Yaşlı bir samuray ve öğrencisi hayatta kalır. Genç samuray ustasına sorar:
       - Biz kazandık, değil mi?
       Yaşlı samuray, deneyimlerinin süzgecine bir göz atıp yanıtlar:
       - Haydutlar da kaybetti, biz de... Köylüler kazandı.
       
       Oğuz Aral birden filmden kopup anlatmaya başlıyor:
       “Kenan Evren kasabalı bir başçavuştur. Kasabanın kahvesine giden, kasabalılarla konuşan bir başçavuş. 12 Eylül darbesi için kasaba kahvelerinde karar verildi. Fakat müthiş de bir meşruluk kazandı. Ne olacaktı yani?
       Bok mu vardı? Birbirimizi öldürüp duruyorduk. Neydi bizim meselemiz?
       Demek ki bizim meselemiz kasaba kahvelerinde çözülecek kadar bir meseleymiş. Evren bile çözdü.”
       
       Oğuz Aral bunları anlatırken ben filmdeki yaşlı samurayı anımsıyordum. Nasıl savaştığını, çatışmaları nasıl yönlendirdiğini falan kare kare anımsıyordum da yüzü bir türlü belleğime oturmuyordu. Onun yerine gelip gelip Aral’ın yüzü yerleşiyordu ilginç bir biçimde. Ve o yüz biraz yenik, biraz hüzünlü, çokça bir şeyleri başarmış olmanın keyfini çıkarıp, ‘aksi-huysuz ihtiyar’ olmaktan tat bile alan o yüz, her defasında bir yudum rakının ardından 12 Eylül dönemindeki müthiş savaşın çatışmalarını anlatıyordu. Ne olmuştu 12 Eylül’den sonra?
       
       “12 Eylül’e kadar insanlara kendi ideolojileri için nasıl ölmeleri gerektiğini anlatan o anlı şanlı solcu köşe yazarları, darbe olur olmaz masalarının çekmecelerini açtılar, içine girip kendilerini içeri kilitlediler.
       Bakın ne yaptı onlar? Bir kısmı Kenan Evren’in uçağına binip onun gezilerine katıldı. Bir kısmı ise Evren’e akıldanelik etti. Neler yapması gerektiğini anlattı. Biz enayiler, kendi kendimize kaldık. Mesleğimizin gereğini yaptık. Biz mizahçıydık. Mesleğimizin gereğini iyi de yaptık.
       Benim için 12 Eylül döneminde ne yapabildiğimizin iki önemli işareti var. Birisi, şimdi adını anımsaya-madığım bir araştırmacı. Bir gün beni aradı, işçi hareketini anlatan bir çalışma yaptığını, ancak 12 Eylül döneminde işçi hareketlerine ilişkin o dönemde hiçbir gazetede hiçbir haber-yazı bulamadığını, bulabildiği tek şeyin GırGır’daki karikatürler olduğunu söyledi ve bunları kitabında kullanmak için izin istedi. Ne demek, buyurun kullanın dedim.
       Gerçekten de 2-3 yıl boyunca başta Cumhuriyet olmak üzere anlı şanlı gazetelerimizin hiçbirinde işçi hareketleriyle ilgili hiçbir haber çıkmadı.
       Benim için ikinci önemli işaret, tam hatırlamıyorum, ikinci veya üçüncü yılda çıkan bir haberdi, iki üç yıl sonra Cumhuriyet gazetesinde Şükran Ketenci ilk defa bir işçi ya da sendika haberi yazdı. Ben sanmıyorum ki Şükran o süre boyunca yazmamış olsun. Yazmıştı elbet ama yayımlanmamıştı. Bunun üzerine Şükran’a Avni albümümü imzalayıp yazı için teşekkür ederek gönderdim.
       Diyelim 12 Eylül yönetimi bir karar aldı. Biz de o kararla ilgili bir karikatür, bir espri yayımlardık. En hızlı sol gazetenin en solcu yayın müdürü beni arar, sorardı:
       - Ya, bunu yayımladınız ama bir şey oldu mu, bir şey yaptılar mı?
       - Yok yok, bir şey olmadı.
       - Yaa, biz de yapalım o zaman...”
       Her şey sahteydi bu ülkede. 12 Eylül darbesinden sonra patronlar fabrikalarına gitmeye korkmuşlardı ama işçiler gidip çalışmışlardı işte. “İşçi sanmıştık, işçiler köylü çıktı” diyor Aral, “İşçisi sahte, köylüsü sahte, politikacısı sahte, karikatüristi sahte” diyor.
       
       Karikatürcüsü neden sahte?
       Anlatıyor:
       “12 Eylül bir sürü insanı cezaevlerine doldurdu, insanlar cezaevlerinde her şeyleri ellerinden alınmışlığın çaresizliğiyle karikatür çizmeye uğraşıyorlardı. Onlara tarama uçları, çini mürekkepleri gönderebil-mek için neler yapmıştık. Selimiye’de bir binbaşıya nasıl yalvarmıştım. Korsan sergi açtım onlar için. izinsiz sözcüğü az gelir, Beyoğlu’nun göbeğinde resmen korsan sergi açtım. Ne oldu o karikatürcülere? Cezaevinden çıktıktan sonra para kazanıp kadınları düzdüler. Demek ki hepsi sahte karikatürcüydü. O kadar adamın içinden bir tane çıkmaz mıydı? Bir Erhan (Başkurt) kaldı, o da zaten önceden de çiziyordu.”
       
       Müşerref Tezcan Vak’ası
       Yaşları müsait olanlar bilirler, 12 Eylül’den önce ortalama bir şarkıcı olan Müşerref Tezcan, 12 Eylül’den sonra söylediği “Türkiyem, Türkiyem cennetiiiim” diye bir şarkıyla darbecilerin gözbebeği olmuştu. Müşerref Tezcan, üstünde bayrak kırmızısı bir elbise, elbisenin göğsünde bir ay-yıldız, başında sünnet çocuklarının başlığı türünden ne olduğu pek kestirilemeyen bir başlık, başlıkta yine bir ay-yıldız, bağırıp duruyordu “Türkiyem, Türkiyeem cennetiiiim” diye. Tek kanal TRT’de Müşo’yla yatıp Müşo’yla kalkar olmuştuk. Sonra bir hafta sonu GırGır çıktı. Kapağında bildik bayraklı elbisesiyle Müşerref Tezcan tam bir cadı görünümünde çizilmişti. O hafta toplatıldı GırGır. Neydi Müşerref Tezcan vak’ası?
       Oğuz Aral, evinin ortasına kendi kafasında kurduğu sanal hologramında o günleri bir kez daha izledi ve anlatmaya başladı:
       “Bu kadın 12 Eylül’ün şarkı-marş simgesiydi. Kocası Mahmut, bunun imaj-maker’ı olmuş. Kafasına bir fes, üstüne kırmızı bir bez, memelerinin üstüne bir ay-yıldız, al sana imaj.
       Ulan bir baktım, izmir’de birazcık direnmeye çalışan işçilere karşı bu kadının şarkısı kullanılıyor, işte ‘Yurduma düşman girmiş’ falan diye. Kim ulan düşman? Düşman bizim izmir’de direnmeye çalışan işçiler.
       Kapağa koyduk karikatürü. Onun için ilk kapatılan yayın organı olduk elhamdülillah.
       Önce dergiyi kapattılar, sonra kapatma gerekçesi aradılar. Kim kapatacak dergiyi, nöbetçi hakim. Sabahın köründe nöbetçi hakime gitmişler, derginin kapağını dayamışlar burnuna, bunu kapat demişler. Adamcağız da bir şey bilmeden, bakmış kapağa, kapatma gerekçesini yazmış. GırGır’ın kapatma gerekçesinde aynen, ‘Yaşlı, çirkin, menhus bir kadının üzerine bayrak çizerek Türk bayrağına hakaret’ ettiğimiz yazıldı. Bu sebeple Türk adliyesi benim 2.5 yıl hapsime talip oldu.
       Ulan bre!...”
       Artık Oğuz Aral sıkıyönetim tarafından aranan şahıslardan biridir. “Çok aradılar, tutamadılar” diyor Aral. “Çünkü, bu onların yaptığı ilk, benim gördüğüm üçüncü, dördüncü ihtilaldi.”
       Devamla:
       “Çok aradılar, tutamadılar. Ben de gittim, askeriyeye değil, bana bu davayı açan sivil mahkemeye teslim oldum. Baş hakimi, ayarlamışlar ama mahkemeyi oluşturan diğer nöbetçi iki hakimi ayarlayamamışlardı. Herkes ve her otorite, benim tutuklanacağımdan o kadar emindi ki daha mahkemeye girmeden, mahkeme kapısında kafama bir sürü jandarma dikmişlerdi. Ama o nöbetçi iki garip hakim, bire karşı iki benim serbest bırakılmama, mahkemeden serbest olarak çıkmama karar verince, bizim mahkemenin de kitabına uygun olmasını istediler ve dokunmadılar. (Allah razı olsun!)
       0 hakimlerin başına neler geldiğini de bilemiyorum tabii!..”
       Peki ama o karikatürün ne çizgisi, ne esprisi Oğuz Aral’ındı. Üstelik karikatürde imza da yoktu. Derginin sorumlu müdürü de Aral değildi. Neden kendisi gidip teslim olmuştu?
       “Karikatürün çizgisi ve esprisi benim değildi ama, o derginin her şeyinden ben sorumluydum. Her şeyi ben göğüslemek zorundaydım. O çocukları o vahşetin içine atamazdım, atmadım.”
       
       Sizi Komünistler!..
       Sıkıyönetimden hemen her gün tehdit telefonu geliyordu dergiye. Bir gün İstanbul Sıkıyönetim Komutanı bizzat aramış, derginin sorumlu müdürü Turan Günay’ı Selimiye’ye çağırmıştı. Bas bas bağırıyordu:
       “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Sizi komünistler sizi! Siz komünistleri zaten izliyoruz. Bir daha böyle şeyler istemiyorum!...”
       “Efendim, biz mizah yapıyoruz, bunun komünistlikle ne alakası var”, diyen Turan Günay, aldığı yanıtın aile terbiyesine müsait olmadığını, tekrarlayamayacağını söylüyor.
       Bir başka vukuat...
       1 Mayıs’a denk gelen sayıya Oğuz Aral, bir tek kare içine bir çiçek çiziyor ve altına, “1 Mayıs” yazıyor. Hepsi bu kadar...
       Haydi bir dava daha. Masal gibi geliyor değil mi? Ama hepsi yaşanmış şeyler işte. Peki, Oğuz Aral o günlerde çizdikleri, yazdıkları için bir sorumluluk hissetti mi?
       “12 Eylül’den önce gazeteler, dergiler keskinlik yarışı yapıyordu. Birbirlerini yeterince keskin olmamakla suçluyorlardı. Çok düşündüm. Acaba benim çizdiğim, bizim çizdiğimiz karikatürler, yazdığımız espriler yüzünden bir gencin burnu kanadı mı, bir gencin kanı aktı mı, bir genç öldü mü diye? Ölen o kadar insanda bir sorumluluğum var mı diye? Mizahın nesi olabilirdi ki?
       Ama bir de siz düşünün bakalım. Bu kadar ölen insanın sorumluluğu içinde Demirel’in, Evren’in ne kadar payı var, ilhan Selçuk’un, Çetin Altan’ın ne kadar payı var? Çünkü, bu zavallı köylü Türk insanı kendine bir idol bulabilmek için yanıp tutuşuyordu. Hangi parti, hangi ideoloji o insanın önüne, ona uygun daha iyi bir yaşam modeli koydu. Biri Rus komünizmini, biri Çin komünizmini, biri Arap müslümanlığını, biri de Asena-Kurt milliyetçiliğini koydu. Türk gencinin tercihi ne olaydı ki?
       Bana sorarsanız, bu köylü Türk genci, atalarından kalan kurnazlıkla, rock’n roll’u tercih etti. Amerika’yı yani.”
       Bu aksi, huysuz ihtiyar her şeyin farkındaydı. Neler yapabildiğinin, neler yapamadığının, neler yapması gerektiğinin. Boyunun ve kilosunun da farkındaydı. Şimdilerde, “Karikatür Nasıl Çizilir” diye akademik bir kitap üzerinde uğraşması ya da arada sırada, “Bu istanbul bir cehennem, belki de gazetelerin istanbul dışından, ne bileyim Cunda adasından çizilen karikatürlere ihtiyacı vardır” diye söylenmesi de bundandı galiba. Bir süredir kendi kafasında izlediği hologramı kapattı. Döndü, ilk defa, “Halil, yaz” dedi. “Sana en son ve en güzel sözümü söyleyeceğim.”
       
       Ağzından tane tane şu sözcükler döküldü:
       “Geldim, gidiyorum. Ko dötüne rahvan gitsin”
       Bu ülkede bir Cem çıktı. Bir Marko Paşa çıktı. Bir Akbaba çıktı. Sonra bir GırGır çıktı. Aldı götürdü...
       Bir daha çıkmayacak mı?
       Çıkacak. Şimdiden kim olacağını tahmin edemeyeceğimiz biri, alıp götürecek, sırtlanıp yüklenecek, silip süpürecek.
       Her karanlığa bir meşale gerek çünkü.
       
       
    TOP5 38. Rotterdam Film Festivali başladı  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları