|
Çin, gerçekten de değerlendirmesini bilene ve kendisine uzun vadeli hedeflerle yaklaşana önemli fırsatlar sunabiliyor. Bu fırsatları değerlendirebilmek için ise Türkiyenin bir vizyona ihtiyacı var. Bu vizyon kesinlikle Çin ile sınırlanmamalı ve Doğu Asyayı bir bütün olarak ele almalı. Bu çerçevede misyonları belirleyerek kolları bir an önce sıvamak şart.
Söz konusu vizyonu oluşturmak için ise öncelikle yüzümüzü Doğuya dönmeli ve dünyaya bir de Asyadan bakmalıyız. Bunu yaptıktan sonra kendimize bir soru soracağız.
Dünyadaki güç dengesine baktığımız zaman açık bir şekilde Batıdan Doğuya doğru bir güç transferi olduğunu görüyoruz. Bu süreç, 11 Eylülden sonra iyice hızlandı. ABD, tek taraflı (unilateral) küresel güç yaklaşımını yüzüne gözüne bulaştırdı. Iraktaki durum ortada.
ABD ekonomisi ise son dönemlerde toparlanma belirtileri gösterse de yine de hiç iyi bir durumda sayılmaz. Diğer yandan AB de dünyanın ikinci kutbu olma iddiasının uzağında kaldı. Avrupa ülkelerinin ekonomileri de binbir türlü sorunla boğuşuyor.
BÜYÜMEDE ÇİN ÖNDE GİDİYOR
Diğer yandan Çin ise yılda ortalama yüzde 10a yakın büyüme oranları yakalamış durumda. Bunun sürdürülebilirliği tartışılsa da Çin ekonomisinin hızla büyüdüğü ve bölge ekonomilerini peşinden sürüklediği bir gerçek. Japonya ise yıllardır süren ekonomik durgunluktan kurtuluyor. Güneydoğu Asya ekonomileri Asya Krizinin yaralarını sarıyorlar ve diğer yandan Hindistan da Çinden sonra Asyanın diğer bir süper gücü olarak sahneye çıkıyor.
Tarih gerçekten tekerrürden ibaretse, yakında bir Dünya Savaşı çıkacağı öngörüsünde bulunulabilir. Özellikle 19. ve 20. yüzyılın tarihini incelediğimizde ekonomik olarak büyüyen güçlerin, buna paralel olarak askeri alanda da güçlendiklerini ve kayan güç dengeleri nedeniyle ortaya çıkan anlaşmazlıkların savaş ile sonuçlandığını görüyoruz. Bu dönemde büyüyen güç+ekonomik kriz=savaş formülü hep geçerli olmuş. Şu anda Batıdan Doğuya, ya da Trans-Atlantik Bloğundan Doğu Asyaya kayan güç dengesi de bu izlenimi verebilir. Tayvan, Kuzey Kore ve Kaşmir gibi taraflar arasında derin anlaşmazlıkların bulunduğu ve nükleer silahların konuşlandırıldığı bölgeler de bu izlenime güç katıyor.
Ne var ki, burada bir hataya düşmemek lazım. Asya değişiyor, ama bir yandan da buradaki ülkeler, çıkarları her zaman aynı doğrultuda olmasa bile bu değişime ayak uyduruyorlar. Çinin ekonominin yanında siyasi anlamda da dışarıya açılmaya başlaması ve Çin, Japonya ve Güney Korenin Güneydoğu Asya ülkeleriyle bir araya gelerek ASEAN+3 adı altında bir platform oluşturması bile gazetelerde okumadığımız, çoğumuzun haberdar bile olmadığı ama tüm dünya açısından son derece önemli bir gelişme.
Bu konuda Singapurun BM nezdindeki Büyükelçisi Kishore Mahbubaninin çok yerinde bir uyarısı var. Asyalılar Düşünebilir mi? isimli kitabıyla tanıdığımız Mahbubani, Asyayı ve Asyanın geleceğini analiz ederken Batılı değerleri bir kenara bırakmamızı ve Asyayı kendi değerleri ve kendi tarihi çerçevesinde incelememizi öneriyor ve aksi takdirde, Asyayı Batının gözlükleriyle değerlendirmeye devam ettiğimiz sürece yanlış sonuçlara varacağımızı belirtiyor.
Mahbubaniye hak vermemek mümkün değil. Ancak, bu uyarıyı Batı ne derece dikkate alıyor, ya da dikkate alsa bile Batı, büyüyen Asyaya ve değişen dünya dengelerine ne kadar hazır, bu da şüpheli. Dünyanın ekonomik ve siyasi altyapısı Batı değerleri üzerine kurulmuş durumda. Mevcut uluslararası düzen ve bu düzenin idaresinden sorumlu uluslararası kuruluşlar, 2. Dünya Savaşından sonra ve bu savaşın galipleri tarafından kendi çıkarlarını yansıtacak şekilde kurulmuş. Açıkcası, aradan geçen 60 yıllık zaman zarfında da sistem fazla değişmemiş.
Bakınız, dünyanın büyük güçlerini bir araya getiren zenginler kulübü G-7ye daha sonra Rusya Federasyonu da eklendi ve oluşumun adı G-8 oldu. Rus ekonomisinin durumu ortada. Rusya bu kulübe nasıl girebildi? 1945 sonrası dünyanın büyük güçlerinden birisi olduğu için girdi. Peki, Rusyanın dahil olabildiği bu gruba Çin ya da Hindistan giremez miydi? Uluslararası sistemin yeniden yapılandırılması şart. BM, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara dair şikayetler gittikçe artıyor. İnsanlığın geleceği için bu kuruluşların ve uluslararası sistemin artık 20. yüzyılın değil, 21. yüzyılın büyük güçlerine söz hakkı verecek şekilde şekillendirilmesi gerekiyor.
Bu konuda önemle üstünde durulması gereken birkaç konu var. Birincisi, bu yeni bloğun liderinin kim olacağı konusu. Tarih boyunca Çin ve Japonya hiçbir zaman aynı anda güçlü olamadılar.
Yüzyıllar boyunca Japonya bölgenin deviydi, Çin ise geriden geliyordu. Son 20 yıllık süreç içerisinde ise Japonya durgunluğa girerken, uyuyan dev Çin uyanmaya başladı. Şu anda ise Japonya yeniden toparlanıyor ve orta vadede her iki ülkenin de gücünü artıracağını öngörmek mümkün. Ancak bir lider ortaya çıkacaksa bu şüphesiz ki Çin olacak, yaşlanan nüfusu ve ekonomik potansiyelinin sınırlarına ulaşmış olan Japonya değil.
DÜNYANIN EKSENİ YER DEĞİŞTİRİYOR
Diğer önemli konuda tabii ki ABDnin rolü. 2. Dünya Savaşından beri bölgede askeri varlığını sürdüren ABD, buradaki üsleriyle Japonya, Güney Kore ve Tayvanın güvenliğini sağlıyor. Ancak son dönemlerde ABDnin Asyadaki ilgisinin Orta Asyaya doğru kaydığını gözlemliyoruz. En son geçtiğimiz hafta ABD yönetimi Kore yarımadasındaki güçlerini üçte bir oranında azaltma kararı aldı. Bilindiği gibi eskiden düşman komünizm iken şimdi küresel terörizm oldu.
Diğer yandan Çin, ekonomik açıdan güçlenmesine ve dolayısıyla siyasi alanda da bölgedeki nüfuzunu artırmasına rağmen doğrudan ABDyi karşısına almamaya özen gösteriyor. Dolayısıyla ABDnin stratejik öncelikleri de Asyanın içlerine ve tabii ki güneybatısına doğru kayıyor.
Değişen stratejik önceliklere rağmen bir şeyi net olarak söyleyebiliyoruz. Asyada bölgesel bir lider olacaksa, bu lider hiçbir zaman ABDnin çıkarlarına tehdit olarak algılanmak istemeyecek, böyle olmadığını ispat etmeye çalışacak, ama bir yandan bu mahallede benim borum öter de diyecek. En azından kısa ve orta vadede...
Şimdi yazımın başında bahsettiğimiz soruyu soralım kendimize: Batıdan Doğuya bir güç transferi söz konusuyken Türkiyenin bu süreçteki konumu nedir? Türkiye, NATO üyesidir ve AB üyeliği için adaydır. Türkiye, Batılıdır. Ancak Türkiye, Batı ile Doğu arasında bir köprü olduğunu da iddia etmektedir. Ne var ki, bu köprü olma iddiası çoğunlukla gereğinden fazla kullanılan ve retoriğin ötesine geçemeyen bir sav olarak kalıyor.
Şu bir gerçek ki, Doğuyu yeterince tanımıyoruz ve Doğunun yükselişini de tam olarak anlamıyoruz. Bu durumda tabii ki köprü olamayız. Yapmamız gereken, ekonomi ve siyasetteki, özellikle de dış politikadaki gündelik tartışmalarımıza arada sırada bir parantez açıp dünyaya Doğunun gözünden bakmaya çalışmak. Bunu yapabiliriz, hem de Avrupalılardan da Amerikalılardan da daha iyi yaparız, çünkü Doğu bizim genlerimizde var.
Gelin ilk adımı beraber atalım. Artık bu bölgeye Uzakdoğu demeyelim. Neye göre uzak? Onlar bize Uzakbatı mı diyorlar? Neden hala 19. yüzyıl sömürgecilerinin tabirlerini kulanıyoruz? Asyanın doğusuna kısaca Doğu Asya diyemez miyiz? | |