Home page

Haber Menüsü


 
Şeref’leri karıştırmayalım
 
Beşiktaş tarihinden bir sayfayı anlatan “Kardelen’i bilir misin?” başlıklı öyke NTVMSNBC’de de yayınlanmıştı. Metin Erdoğan, tarihi bilgilerden yola çıkarak öyküdeki bazı tutarsızlıklara dikkat çekmeye çalıştı.
 
Metin Erdoğan
NTV-MSNBC
 
27 Haziran 2003—  Bu hikayeyi ilk okuduğumda çok hoşuma gitmiş ve tüylerim diken diken olmuştu. Ama okuduktan sonra düzeltilmesi gereken yanları olduğunu gördüm sizinle paylaşmak istedim... Bu konudaki bir çok nokta çarpıtılarak anlatıldığı için, birden fazla Beşiktaş tarihi oluşmaktadır. Bu yüzden hem bu hikayedeki hem de geneldeki bir takım hataları düzeltmemiz gerekir.

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Öncelikle Beşiktaş tarihinde iki tane Şeref Bey var. Birinci Şeref Bey Beşiktaş’ın kurucularındandır ve Saray’dandır. Kurucu 28 kişinin içindedir. Kendisi binicilik dalında ustadır. İkinci Şeref Bey futbolcudur ve bu hikaye ile hiç alakası yoktur. Bahsi geçen Şeref Bey’e gelince...
       Şeref Bey piyade değil, süvaridir. Bu yüzden “silah teslim et” gibi bir hikayesi olamaz. Zira süvari komutanlarının bu tip törenlerde KILIÇ taşıması adettendir. Kaldı ki askeriyede taraf önemli olmadan bir “çavuş” bir “yüzbaşı”ya emir veremez. Ayrıca Şeref Bey’in gözlüğü olduğuna dair bir bilgiye daha önceden sahip değildim. Zira gözlük takan bir süvari komutanı olmaz.
       
ARABACILAR TAKIMI
       İnönü Stadı’nın bulunduğu yer eskiden HAS AHIR’dı. Şeref Bey’de bu HAS AHIR’IN en yetkili kişisiydi. Yani emrinde bir birlik bulunmuyordu. Bütün saraylara gidecek arabalar o zaman onun kontrolünde çıkar ve Padişahın bütün araba seferlerini Şeref Bey komuta ederdi. Yine Beşiktaş’ın kurucularından olan Kenan Bey de bu seferlerin tamamında bulunurdu. Şeref Bey’in “Saray’dan sayılmasının” temel sebebi de Osmanlı Sarayı’ndaki bu işidir (zaman zaman rakip takım taraftarlarının Beşiktaşlılar’a ARABACI TAKIMI demesinin temel sebebi de Şeref Bey’in bu görevidir).
       Bahsi geçtiği gibi SARAY ERKANI maça arabalarla gelmemektedir. Zaten bahsi geçen dönemde FUTBOL YASAKTIR. Padişahın hafiyeleri de futbol sahasında gezmekte ve futbol maçı seyredeni raporlamaktadır. Hatta Abdulhamit futbolu serbest bıraktıktan sonra caydırıcı olması nedeniyle futbol sahalarında küfür edenlerin cezalandırılmasını emretmiştir. (Benzer bir cezalandırmayı Kenan Evren’de denemiş, ama Ali Şen’in basen ölçüsünün sorulmasına engel olamamıştır.)
       Neyse saray erkanının Beşiktaş maçlarına teşrifi dediğimiz şey çoğu asker ve/veya saray görevlisi olan Beşitaş kurucularının o zamanki makam arabaları ile maçlara gitmesinden başka bir şey değildir. Ahmet Fetgari Bey’e dayandırılarak “biz maça arabalarla giderdik, bu yüzden bize arabalılar takımı” diye başlayan bir hikaye aslında çok da gerçeği yansıtmamaktadır.
       
NASIL ÖLDÜKLERİ BİLİNMİYOR?
       Bahsi geçen ve aşağıdaki hikayeye konu olan Şeref Bey ve yine Beşiktaş kurucularından olan Kenan Beylerin nasıl öldükleri asla bilinmemektedir. Kenan Bey resmi olarak Yıldız İstihbarat Teşkilatının Padişah’ı yakından koruması ile görevlendirdiği kişidir. Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nın Abdülhamitin devrilmesi ile kapanmasından sonra yer altna indiği bilinmektedir. Şeref Bey ve Kenan Beylerin akıbetleri de İstiklal Savaşı’nın başlamasından hemen sonra meçhuldür. Fakat bu iki kişininde Kurtuluş Savaşı’na farklı şekilde katıldıkları bilinmektedir. Akaretlerdeki serencebey yokusundaki Beşiktaş’ın ilk kurulduğu OSMANPAŞA konağı şu anda Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bir tesisi olup İstanbul Direnişinde buranın Telgraf ve Haberleşme üssü olduğu bilinmektedir.
       Sadece Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nü ve sporcularını bünyesinde bulundurmayan ve HANEDANLIĞIN ismini taşıyan bu konak, aynı zamanda MİT teşkilatını ve PTT’yi bünyesinde barındırmaktadır. Ayrıca Atatürk’ün evine olan yakınlığı da dikkat çekilmesi gerekli ayrı bir konudur (Bu sebepten dolayı Atatürk’ün hangi takımı tuttuğuna dair iddialar gülünçtür).
       
MÜCADELE ZORUNLULUKTUR...
       1911 yılına gelindiğinde Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün bir futbol takımı var, denemezdi. Beşiktaş Köyiçinin gençleri tüm yasaklamalara ve kulübün kurucularının muhalefetine rağmen kendi aralarında maçlar yapmakta ve çeşitli takımlar kurmaktaydı. Galatasaray, Fenerbahçe ve Altınordu takımları ile MÜCADELE ARTIK ZORUNLULUK haline gelmiştir. Bu takımlar tarafından bir CUMA ligi oluşturulmuştu. Bu ligde bu takımlar dışında bir de yabancıların kurduğu takımlar bulunmaktaydı. Her iki camia hızla taraftar kazanıyordu. Beşiktaş ve diğer takımlarda kendi aralarında oynuyordu. Bu lige de PAZAR ligi deniyordu.
       1911 yılının sonlarına doğru Şeref Bey’in takımı BASİRET, Beşiktaş’a katıldı. Daha sonra Şeref Bey futbola olan muhalefetten dolayı kulüpten ayrıldı ve Sebatspor’u kurdu. Beşiktaş kulübü daha sonra yeniden ŞEREF Bey’i davet etti, bunun için Beşiktaş’ın Sebatspor’a 3-2 yenilmesi gerekmişti. O maçta her iki takımda da bir “ŞEREF” vardı. Beşiktaş’ta oynayan Şeref’in birinci Şeref olup olmadığı meçhuldür. Bundan sonra Şeref bey ölene kadar Beşiktaş’tan ayrılmadı. Şeref Bey’in kurduğu BASİRET takımı ligde oynayan bir takım değildi. Beşiktaş’a katıldıktan sonra da CUMA Ligi’ne dahil edilmedi.
       Cuma ligi takımları o günlerden bugüne kadar kendilerini ÜST SINIF TAKIMLAR olarak görüyordu. O zamanlarda Cuma liginde oynamak isteyen ve onlarla dişe diş mücadele eden Beşiktaş’a “ARABACILAR” denmesi ise bu zamanlarda başlıyor.
       
PAZAR LİGİ...
       Bu noktada bir şeyin altını çizmek gerekir. Mevcut Lig PAZAR LİGİDİR. Dolayısıyla Beşiktaş’ın Şampiyonluğunu iki eksik göstermek isteyenelere hesabı detaylıca YAPILMAMASINI iletmek isterim. Çok borçlu çıkabilirler.
       Beşiktaş ilk zamanlarda Galatasaray ile beraber Taksim’deki aynı stadı kullanıyordu. Daha sonra Beşiktaş’ın kendi stadının olmasına karar verildi. Fuat BALKAN ve İstanbul valisi Recep Peker’in (sorna Beşiktaş Kulübü’nün başkanlığını yapmıştır) çalışmaları ile Çırağan Sarayı 99 yıllığına kiralandı. Çırağan Sarayının kenarıdaki yangında harabeye dönmüş stad onarıldı, stadın adı ŞEREF Stadı konuldu...
       Bu Şeref Bey’in, sanıldığı üzere futbolcu Şeref Bey’den ziyade birinci Şeref Bey ile daha fazla alakası vardı. Zira bilindiği üzere bu stad 1932 yılında alındığında futbol takımının kaptanı olan Şeref Bey sağdı. Kulübün başkanı Fuat Balkan idi. Bu sırada takım kaptanı olan Şeref’in adına bu stadın yapıldığını düşünmek biraz hatalı oluyor elbette.
       Fuat Balkan ismini telafuz edip de bir çırpıda geçmek mümkün değil. Kendisi eskrim ustasıdır. 31 Mart Vakası’ndaki Harekat Ordusu’ndan Atatürk’ün silah arkadaşıdır. Milli Mücadele zamanında BALKANLARDA AYAKLANMA ÇIKARTIP, Garbi Makedonya Devletini kurmuştur. Beşiktaş Kulübü’nün resmen tescil ettiren kişi de odur. Neyse Fuat Balkan renklerimizin Kırmızı Beyaz’dan Siyah Beyaz’a döndürülmesi formülünü de geliştiren kişidir. Burada aslında hiç de Trakyalı olmayan Cani Bey gibi Fizan Mebusluğu yapmış kişilerin bunu kabul etmelerinin altındaki temel neden de, istibdat korkularından ziyade Padişah’ın renkleri ile maç kaybetmenin sonuçlarının ne olacağıdır.
       Neyse Şeref Stadında son maçı 1947’de oynar takım ve sonra eski has ahır şimdiki adıyla İnönü Stadına taşınır. İnönü Stadı o zamanların en büyük stadıdır.
       
       Öykünün internet sitelerinde yayınlanan halini aşağıda bulabilirsiniz...
       
KARDELEN’İ BİLİR MİSİN?
       Beşiktaş... Tam 100 yıl önce temelleri atılmış, Türk Spor Tarihi’nin ulu bir çınarı... Bugünlerde şampiyonluğun coşkusu yaşanıyor Siyah-Beyazlılar’da...
       Şampiyonluk... Sadece müzeye katılan bir kupa daha... Beşiktaş’ın müzesinde o kupalardan düzinelerce var oysa.
       Bu öykü, “Ben Beşiktaşlıyım” diyen herkesin büyük bir keyifle, büyük bir gururla okuması gereken bir öykü...
       Bu öykü, Beşiktaş’ın sadece bir spor kulübü olmadığını, bir toplumun kâbustan uyanmasına önderlik eden isimlerin bugünlere bıraktığı bir miras olduğunu anlatıyor.
       Bu öyküyü kaleme alan Göksel Duyum’a her Beşiktaşlı’nın mutlaka teşekkür etmesi gerekiyor...
       
       Boğaz bir nehir gibi akıyordu Marmara’ya doğru... İstanbul’un üzerine çöken o kurşuni havayı, manevi ağırlığı kaldıracak bir evliya beklentisi vardı sokaklarda... Karayelden esen rüzgâr, yağmur getirecekti şehit mezarlarına...
       Bu dünya güzeli şehir, beş yüzyıl sonra, kansız savaşsız İngilizler’e teslim edilmişti bir mayıs sabahı... Dolmabahçe önünde son birlik de silahlarını teslim ediyordu. Yüzbaşı Şeref ve birliği, manga manga tüfeklerini, tabancalarını, hatta süngülerini İngiliz subaylarına makbuz karşılığında verdiler. Bu sıkıntılı işin sonu geldiğinde, İngiliz çavuş, Yüzbaşı Şeref’e seslendi:
       - Sör! Tabancanız...
       Şeref hiddetle döndü, elini kaldırdı, çavuşa vuracak oldu. İngiliz binbaşı araya girdi ve “Tabancanız kalsın, mermileri boşaltınız yüzbaşı” dedi.
       Şeref hiddetle tabancasını çekti, ateş edebileceğini düşünen İngiliz askerleri silahlarını ona doğrulttular. Şeref ‘altıpatlar’ını gökyüzüne çevirdi, tambur pimini çekti, pirinç kovanlı ve uçları çentikli altı mermi iki metre yükseklikten yere boşaldı. Sonra kabzası laz işi, baba yadigârı tabancasını kılıfına soktu, asker dönüşüyle birliğinin karşısına geçti. Hazırolda bekleyen 120 asker yumrukları sıkılı, dişleri kenetli, Galiçya’dan Hicaz’a, Trablusgarp’tan Fizan’a peşinden gittikleri bu mert adamın ağzının içine bakıyordu. Bir emir verse, evet, o bir emir verse bir avuç züppe İngiliz’i elleriyle boğabilirlerdi.
       - Şimdi dağılıyoruz arkadaşlar. Sizi on yıldır sabırla bekleyenlerin yanına gidin. Ama unutmayın, bu iş daha bitmedi, bu millet esaretini yenmek için sizin gibi yiğitlere ihtiyaç duyacaktır. Bana hakkınızı helâl eder misiniz?
       Bir an sessizlik oldu. Elleri cebinde ve avucunda yuvarlak metal çerçeveli gözlüğü olduğu halde bekledi... Birliğin çavuşu bir adım öne çıktı:
       - Bizim helâlimiz seninle şehit düşmektir komutanım.
       Hiç istemediği halde Şeref’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü, elinde tuttuğu gözlük tuzla buz olmuştu, avuç içi kanıyordu. Daha sert bir sesle bağırdı:
       - Hakkınız helâl midir bana?
       Yağmur başlamıştı. Gökyüzündeki martılar birkaç dakika önce yaşadıkları gökgürültüsünden beter bir “Helâl olsun!” sesiyle irkildiler, havalanıp kaçıştılar.
       Kan damlaları Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru birer metrelik aralıklarla takip ediyordu Yüzbaşı Şeref’i... Neden sonra elinin kanadığını fark etti. Dolmabahçe Sarayı’nın duvarı dibinde durdu, omuzundaki apoletleri söküp eline sardı. Kanı emen apoletin ipek örtülü yıldızları kıpkırmızı oluverdi. Şeref birkaç dakika sonra Beşiktaş’a vardı. Balıkçı kahvesinde oturmak istedi ancak “Hırpani halim bir Türk subayına yakışmaz” diye düşünerek sahile indi. Çakılların üzerine oturup, teknesinin altını onaran bir balıkçıyı seyre daldı.
       Kan çanağına dönen gözlerini uzaklara dikmişti, bahar yağmurunun anlatılmaz hüznüne... İçinde fırtınalar kopuyordu. Sırtına dokunan bir elle irkildi. Kafasını kaldırdı. Biraz önce teknesini onarırken seyrettiği denizci bir şeyler söylüyordu. Ama Şeref duyamıyordu onu. Sararmış dişlerine bakarak denizcinin, anlamaya çalıştı söylediklerini.
       - Asker ağa, asker ağa...
       - Efendim.
       - Okuman, yazman var mıdır?
       - Evet. Hayrola?
       - Ağam be, teknenin adını yazsan olur mu?
       - Tamam. Nedir teknenin adı?
       - Kardelen
       - Yavuklunun adı mı?
       - Hee... Nerden bildin?
       Harp Okulu’nda aldığı ‘hat’ dersi ilk kez işine yarıyordu. Şeref, kardelen şekline benzer bir motifle yazdı tekneye denizcinin sevgilisinin adını...
       - Ya ağam, çok güzel oldu. Sana borçlandım şimdi ben.
       - Olsun, bir gün ödersin. Nerelisin sen?
       - İnebolulu’yum. İstanbul’daki Rum meyhanelerine tuza basılmış torik getiririz biz. Fener’i dönerken teknenin altını vurdum. Burada onarıyorum. Kısmetse öğlen namazı tekneyi indirip İnebolu’ya yelken basacağım.
       Yüzbaşı Şeref, Akaretler Yokuşu’nu tırmandı, Osmanoğlu Konağı’nın kapısını çaldı.
       - Hoşgelmişsin Şeref Beyim.
       Şeref, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün Divan Kurulu üyesiydi. Eskrim takımında kılıç hocasıydı ve futbol takımında da kalecilik yapıyordu. Konağın ahşap merdivenlerini hışımla çıkıp, çatıdaki malzeme deposuna girdi. Tabancasını çıkardı. Cepkenindeki enfiye kutusunu eline aldı. Kutuyu kulağına götürüp iki salladı. Sedef kakmalı enfiye kutusu tıkırdamaya başladı. Kutuyu açtı, içinden pamuğa sarılmış gümüş bir kurşun çıktı. Kurşunu çizme derisine süre süre iyice parlattı. Kurşunu tabancasının tamburuna sürdü, tamburu hızla çevirip kapattı. Kırlaşmaya başlayan şakaklarına götürdü. “Affet” dedi.
       Tık! Boş...
       Tık! Boş...
       Tık! Yine boş...
       Tam o sırada kapı hiddetle açıldı. Ahmet Fetgeri içeri girip, 4. kez tetiğe basmak üzere olan Şeref’in elindeki silahı kaptı. Şeref kendinden geçmiş, ağlamaya başlamıştı.
       - Ne yapıyorsun sen, delirdin mi?
       Cevap yerine tavanarasını dolduran hıçkırıklar vardı. Sarıldılar. Ahmet Fetgeri, Şeref’i ayağa kaldırdı, koluna girip aşağıya indirdi. Sade kahve ile birer sigara içtiler. “Her şey bitti” dedi Şeref.
       - Daha değil. Dün akşam Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’da mücadeleyi başlatmak için gemiyle Samsun’a doğru yola çıktılar.
       Gözleri parladı Şeref’in. Birkaç dakika önce Azrail’le Rus ruleti oynayan o değildi sanki... Bir kuş olup o gemiye yetişmeyi geçirdi aklından...
       - Ben de gitmek istiyorum.
       - Çok zor. Salmazlar seni İstanbul’dan.
       Birden Kardelen geldi Şeref’in aklına. Kardelen vardı ya İnebolu’ya giden. “Neden olmasın?” diye söylendi. “Dur, celallenme hemen” diyen Fetgeri’ye Kardelen’i anlattı.
       Artık Şeref’i durdurmanın imkânı yoktu. Yukarı çıktı, üç beş parça eşyasını bez asker torbasına sıkıştırdı. İki dost sarıldılar. “Şu torbayı da al, lazım olur belki” dedi Fetgeri.
       “Nedir bu?” diye sordu Şeref. “Denize açılıncaya kadar sakın açma” cevabını aldı.
       Kardelen denize inmişti. Tam yelken açmaya hazırlanırken, bir sesle irkildi denizci:
       - Tayfa lazım mı?
       - Buyur ağam. Hayırdır, nereye?
       - Senin gittiğin yere. Hatırlarsan bana borcun vardı, ödeşmiş oluruz.
       Kardelen, Anadolu Feneri’ni geçip Karadeniz’e açılırken; Şeref, Boğaz’ın süsü erguvanlara son kez baktı. Bu güzelim renkleri İngilizler’e bırakıyordu. Yaralı elini Karadeniz’in az tuzlu sularında yıkadı. Temiz bir bez parçası aradı sarmak için... Fetgeri’nin verdiği çantanın düğümünü açtı. İçinde beyaz bir beze sarılı yuvarlak bir şey vardı. Açtı bezi ve o anda Kardelen’in içine bir futbol topu yuvarlandı. Gözlerine inanamadı. Bu top, mahalli ligde gol yemeden şampiyon oldukları ve hatıradır diyerek sakladıkları “Erthold” marka, içten lastikli pahalı futbol topuydu. “Ah be Fetgeri!” dedi içinden. Gülümsedi...
       Ara sıra esen sert rüzgâr ve serpiştiren yağmura rağmen Şile açıklarını neşeyle geçtiler, hava kararırken Ağva limanında demirlediler. Torik lakerdanın satılmamış kısmıyla, mısır ekmeği akşam yemekleriydi. Erik rakısı da çilingir sofrasını tamamladı.
       Şeref, gece denizci gence Beşiktaş’ı, can arkadaşı Ahmet Fetgeri’yi ve futbol topunun hikâyesini anlattı hiç susmadan... Sonra bir köşeye kıvrıldı. Sabah yüzüne doğan yakıcı güneşle uyandı. Kardelen, Pazarbaşı burnunu aşmış, yelkenlerini Karasu’ya doğru dolduruyordu. Teknenin genç reisi, Asiye türküsünü söylüyor, bir yandan da yanıbaşlarındaki yunuslara mısır ekmeği atıyordu. Arasıra da “Kardelenim... sevdiğim...” gibi mırıldanmalarla yavuklusunu anıyordu. O gece Akçakoca, ertesi gece Amasra limanında yattılar.
       Amasra limanı çıkışı denizci gözlerini ufka dikerek “Hava patlayacak ağam” dedi. Şeref baktı, baktı... Keyifli ve güneşli bir 19 Mayıs sabahından başka bir şey göremiyordu. Önemsemedi.
       Öğlene doğru deniz kararmıştı. “Karadan neden bu kadar uzaklaştık?” diye sordu Şeref.
       - Ağam kaba dalga vuruyor, burnu çevirdim.
       Bir süre sonra öyle bir fırtına başladı ki, Şeref’in içi dışına çıktı. “Yelken ipinden uzak dur ağam, ayağına dolanmasın” dedi reis. Bir büyük dalga geçti üzerlerinden. Sonra bir daha... Dümen tutan avuçları ezilmişti denizcinin. Şeref yelken ipini tutmaya çalışsa da, direk kopup, denize düştü. Denizcinin çığlığı yağmura karıştı.
       - Ağam ipi sal!
       Şeref duyamadı, boyunun neredeyse beş katı bir dalga, sancak tarafından tekneyi alabora etti. Dalga çukurunun dibindeki tekne, denizin altında kaldı.
       Denizci büyük bir çeviklikle kendini yukarı itip sudan çıktı. Yüzbaşı Şeref su çekmiş asker üniformasının ağırlığı ve çizmesine dolanan yelken ipiyle, hızla dibe batıyordu. Yarım dakika kadar süren bu dalış, ayağından çözülen iple durdu. Artık teknenin ağırlığından kurtulmuştu ama üzerindeki büyük mavilikle boğuşacak gücü kalmamıştı. Bulanık denizin derinliklerinde gözleri açık çırpınıp dururken, yanından geçen beyaz bir şey gördü. Bu, yukarı doğru hızla çıkan Erthold marka futbol topuydu. Beşiktaş’ın gol yemez kalecisi Şeref topa doğru uzandı, uzandı...
       Kerempe Burnu’nda baygın yatan denizcinin genç bedeni, kumsalda dalgalarla birlikte salınıyordu. Hemen yanında bir futbol topu vardı. Genç denizci yüzünü paramparça eden kayalıkların üzerine çıkıp bağırdı:
       - Ağam! Ağam!
       Cevap gelmedi. Yüzbaşı Şeref, hayatının golünü Karadeniz’in soğuk sularında yemişti. Yanından geçip su yüzüne doğru yükselen topa yetişememiş ve karanlıklar birkaç saniye sonra onu dibe çekmişti.
       1924 yılında bir gün, Fetgeri’nin Akaretler’deki konağına bir kadın geldi. Elinde bir torba vardı. Ahmet bey, bu beklenmedik misafirin getirdiği torbadan çıkan futbol topuna uzun uzun baktıktan sonra sordu:
       - Nedir bu bacım, nerden buldun bu topu?
       - İstiklal Savaşı’nda şehit düşen kocamın vasiyetiydi, ona bir şey olursa bu topu mutlaka size vermemi istemişti.
       - Senin adın ne bacım?
       - Kardelen...
       
 
 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları
Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın
Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları