Home page
Haber Menüsü


“Ege’de çözülemeyecek sorun yok”
 
Son zamanlarda savaş uçaklarının tacizi konusu ile Yunanistan tarafından uluslararası platforma taşınan sorunlar, Ege’de suların yine ısınmasına neden oldu.  

 
İstanbul
NTV-MSNBC
23 Haziran 2003—  Peki sorunların gelip dayandığı nokta, sadece bu dalgalı denizdeki haklarla mı ilgili yoksa Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı elinde tuttuğu bir koz mu? Türk-Yunan ilişkilerinin tarihsel gelişimi içinde Ege sorununu Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Enis Tulça ile konuştuk.

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 


        Defne Sarısoy: Öncelikle Türkiye - Yunanistan arasındaki sorunların geçmişine bakalım. Çözüm bekleyen sorunlar arasında, Ege konusu ayrı ve kapsamlı bir yer tutuyor. Zira Ege sorunu kendi içinde alt başlıklar olarak sıralayabileceğimiz önemli unsurlar taşıyor. Genel olarak baktığımızda, 1923 Lozan Barış Anlaşması’yla kurulmuş olan dengelerin geçen zaman içinde değiştiğini görüyoruz. Sorunları bugüne taşıyan etkenler neler?
       
       Enis Tulça: Şimdi Lozan’da oturtulan denge, söylediğiniz gibi zaman içinde erozyona uğradı. Bir kere şöyle bakabiliriz; Türkiye’yle Yunanistan arasında pek çok anlaşma var,bazıları Osmanlı döneminden. 1912’deki anlaşma, Uşi Anlaşması, Osmanlı ve İtalyanlar arasında Trablusgarp’ın ardından yapılmıştır. Orada Ege’yi kapsayan unsurlar da vardır. Daha sonra 1913’te Büyükelçiler konferansı var, Balkan Harbi sonu anlaşmaları var. Sonra Lozan var tabii. Ama Lozan sonrasında da 1932’de İtalyanlarla yapılmış tutanaklar var. Bu iki tutanaktan biri güneydeki Meis Adası ve civarındaki ada ve adacıkların aidiyeti, diğeri de 12 Adalar ile ilgili. İşte Kardak’ın da bulunduğu bölgenin aidiyetiyle ilgili. Sonra 1947’de Paris Anlaşması var ki Türkiye taraf değil o anda, Yunanlılar’la İtalyanlar arasında. Ama bütün bu tarihi süreç içinde, örneğin 47 sonrasını ele alırsak, bu konu bir kriz boyutunda veyahut bir siyasi anlaşmazlık boyutunda pek gündeme gelmiyordu. Ta ki 1973’te o zamanki Yunan Enerji Bakanı çıkıp ‘Kuzey Ege’de petrol olduğunu tahmin ediyoruz, tespit etmek üzereyiz ve biz bu pertolü arayacağız uluslararası konsorsiyumlarla birlikte’ diye bir beyanatından sonra konu gündeme geliyor. Tabii Yunanlılar’a göre petrol aranacak bölgeler kendi suları, Türkiye ve uluslararası sular. Karasuları gibi anlaşmazlık unsurları bu şekilde gündeme geldi ilk defa.

       Ve 1974 Şubat’ında iki ülke arasında ilk nota verilmeye başlandı. Uluslararası antlaşmalara göre, Ege’den çıkacak petrolün maliyetli bir petrol olduğu, ancak varili o zamanki hesaplara göre 40 dolara satılabilirse bu petrolü çıkarmaya değeceği hesaplanmıştı. Bu anlaşmazlık 1973-74’te ortaya çıkınca, iki ülke bir şekilde karşı karşıya gelmiş oldu ve Ege’de ilk kriz 1976 yazında yaşandı. 1976’nın 7, 8, 9 Ağustos günleri Türkiye’ye göre uluslararası su olan, Yunanistan’a göre kendi karasuları olan bölgelere önce araştırma gemilerini yolladı her iki ülke ve akabinde de onları takiben askeri gemiler bölgeye gidince ilk kriz, ilk savaş tehlikesi yaşandı ve hadisenin uluslararası hukuka yansıması da hemen ertesi gün, 10 Ağustos 1976 günü Yunanistan’ın tek taraflı olarak Lahey Adalet Divanı’na başvurmasıyla başladı. Adalet Divanı’na giderken herhangi bir konuda anlaşmazlığı olan iki ülke oturuyor bir tahkimname dediğimiz belgeyi hazırlıyor: Ben seninle hangi konularda anlaşamıyorum, senin görüşün şu, benim görüşüm bu. Altına imzalar atılıyor ve Divan’a başvuruluyor. Divan’ın alacağı karar da bağlayıcı oluyor. Fakat o zaman Yunanistan tek taraflı başvurdu. Yunanistan’ın talebi, Türkiye’nin Ege’deki hasmane tutumunun durdurulması ve adalarla kıta arasındaki sınırın tespiti yönündeydi. İkisini de Divan kaale almadı, yani uygulamaya koymadı.
       
       Ege’de 1976’dan sonra 1987 Mart krizi yaşandı aynı şekilde, hemen hemen aynı sebeplerden. Orada da rahmetli Özal’ın otel odasında sohbet sırasında söylediği bir cümle ile kriz önlendi. ‘Onlar belirli bir sınıra veyahut da belli bir bölgeye girmezlerse, biz de çıkmayacağız’ dedi ve kriz aşıldı. Son olarak da Kardak’ta ilişkiler gerildi ki o biraz farklıdır, onu da Amerika’nın müdahalesi yani Clinton yatıştırdı. Yani üç kere savaşın eşiğine gelindi ve hala da çözülmüş hiçbir şey yok. Dondurulmuş vaziyette duruyor bu problem. Bu arada 1982’de Uluslararası Üçüncü Cenevre Konferansı nihayetlenince, buna Türkiye taraf olmadı. ABD de dahil, dört ülke dünyada taraf olmadı. O andan itibaren de o sözleşmeye istinaden Yunanistan kendi hukuki zeminini oturtmaya başladı. Bu arada kendi koydukları çekinceye rağmen başvurmaları, 1976’da onlara büyük bir ders oldu ve o tarihten bu tarafa deniz hukukunda Yunanistan hakikaten müthiş atılım yaptı, müthiş yatırımlar yaptı. 1982’den bu tarafa da artık, deniz hukukunun kuralları üstünde Yunanistan yürümeye başladı. Şimdi Ege yarı kapalı bir deniz. 3 bine yakın ada var, adacıklar var. Bu adacıklar da bağlı ada, adacık diye tasvir edilen şeyler hukukta, en büyük sorunu da onlar yaratıyor. Çünkü bu adacıkların bir kısmı bütün bu anlaşmalarda, Lozan dahil, öncesi ve sonrasında ismen zikredilmiş. Bu Yunanistan’ındır, bu Türkiye’nindir gibi, bazıları da zikredilmemiş. O zikredilmeyenler işte bugünkü sorunların sebeplerinden biri.
       
       Defne Sarısoy: Peki İtalyanlarla imzalanan antlaşmalardan kaynaklanan hakların Yunanistan’a devredilmesi nasıl gerçekleşti?
       
       Enis Tulça: İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye, ‘Ege adalarıyla ilgili hiçbir hakkımız ve iddiamız yok’ diyor. Yunanistan da bundan istifade edip, İtalyanlar’a ait 1912’den beri 12 Adalar bölgesinin bir şekilde Yunan nüfusu olduğunu ileri sürüyor, 1947’de Paris anlaşmasıyla Yunanlılar’a geçmesi gündeme geliyor ve geçiyor. İşte bu bölgenin ada veya adacıkları da haliyle o anlaşmalarla onlara geçtiği için, Kardak’ta olduğu gibi 1947’deki anlaşmayı öne sürüyorlar. Türkiye ise bunun sadece bir teknisyenler zaptı olduğu, hiçbir şekilde hayata geçmediği ve birçok geçmiş haritalarda Kardak’ın Türkiye tarafında olduğunu söylüyor. Hakikaten 1800’lerden beri gelen süreçte, mesela 1950’lerde Amerikan haritalarında Kardak Türk tarafında. Türkiye, Yunanistan’a diyor ki; ‘Bütün Ege sorunlarını gelin görüşelim, bir sonuca varmaya çalışalım. Bu olmazsa Divan’a gidilebilir’. Yani Divan kapısı son dönemde zannediyorum yine açık Türkiye açısından. Yunanlılar ise diyor ki; ‘Benim kıta sahanlığı sorunu dışında ve 96’dan beri de Kardak sorunu dışında sizinle görüşecek hiçbir şeyim yok. Ege’nin tamamı benimdir, onlar için isterseniz gideriz’. Adalet Divanı’na gitmek için de tahkimnameyi oturup birlikte yazmak lazım. Şimdi çıkış yolunda bir kere iki ülke anlaşamadı. Yani Divan’a ne için gidilecek, o olmadığı için yıllardır zaten gidilemiyor yani bu üç krizden beri.
       
       Defne Sarısoy: Biraz daha güncel olaylara bakarsak, son zamanlarda it dalaşı diye tabir edilen savaş uçaklarının birbirini tacizi çok fazla gündeme gelmeye başladı. Özellikle Yunanistan’ın konuyu uluslararası platforma taşıma gayretleri çok dikkat çekici. Avrupa Birliği nezdinde ve uluslararası kamuoyu oluşturmak yönünde Türkiye’ye nasıl bir baskı uygulama çalışıyor Yunanistan?
       
       
Enis Tulça: Şimdi benim gördüğüm kadarıyla geçen kasım ayından itibaren hakikaten Ege’ye bakış açışları yine değişti. Orada belki iki meseleyi şimdi birleştirmemiz lazım, Kıbrıs ve Ege. Bunun askeri boyutu da var, ona da girebiliriz ama siyasi boyutunda, eğer Annan planı kabul edilseydi, benim şahsi görüşüm Kıbrıs meselesi daha çok Ege sorunu paralelinde çözülmüş olacaktı. Kıbrıs’ta uzlaşı ihtimaline karşı Yunanistan , 1999-2000’den sonra özellikle Ege’de de bir diyalog başlatma yönüne gitti.Yani yıllardır kopuk olan diyalog başladı. 2000’den beri çok gizli giden, 4-5 diplomatın götürdüğü bir süreç vardı. Kıbrıs’ta netice alınmayınca, aynı Ege meselesi bu kere yavaş yavaş bir sertleşme kartı olarak da kullanılmaya başlandı bir süredir. İşte bu hava sahası problemleri ki bu yeni bir şey değil, 1931 Eylül’ünde hava sahasını tek taraflı olarak gizli bir şekilde 6 milden 10 mile çıkarıyorlar. 1936’da Lozan’daki 3 millik kara sularını 6 mile çıkarıyorlar, Türkiye buna 1964’te cevap veriyor 6 mile çıkarıp. Ve bu iki sorun bugün hala işte gündemde. Ege’nin üstünde Türkiye, o 4 millik farkı tanımadığı için Türk uçakları ‘Ben bunu tanımıyorum dolayısıyla ihlal ederim’ demek için zaman zaman o 4 milin 1-2 miline girip çıkıyor diyebiliyoruz. Yunanlılar da bunu ya protesto vererek karşılıyor ya it dalaşıyla karşılıyorlar . Burada bence tamamen bir reaksiyon bu. İş dönüyor dolaşıyor hep Avrupa Birliği’ne dayanıyor. Şöyle denilebilir; Kıbrıs’ta onlar birşeyler bekliyorlar bizden, Ege’de de biz onlardan bekliyoruz, öyle bir hava var. Yani Ege’de biz mağduruz, Kıbrıs’ta onlar mağdur kendi bakış açılarıyla. 1999’da Helsinki Zirvesi’nin zemininde, hem Ege var hem Kıbrıs var. Orada bir dilek var , 2003-2004’e kadar bu iki sorunun halledilmesi, eğer hallolmazsa Avrupa Birliği’nin de durumu tekrar değerlendireceği. Maalesef Avrupa Birliği’nin de bu konuda menfi rolü oldu. Sorun daha çözülmeden 1990’da güneyin başvurusunu kaale aldılar, 1997’de de müzakereler başladı ve şimdi de üye oldu sonuçta. Orada belki bir çifte standart var denebilir. Yunanlılar diyor ki ‘Önce Kıbrıs çözülsün, sonra diyalog ilerler’. Böyle bir zıtlık var işin içinde yani benim görebildiğim kadarıyla. Dolayısıyla Kıbrıs’ta da netice alınmayınca, onların bu beklentileri düşmüş oldu. Mesela Helsinki sonrasında, Alman Dışişleri Bakanı Fischer’in bir beyanatı vardı gazetecilerle konuşurken. Gazeteci sordu ‘Türkiye Helsinki’de, yani 1997’de kapı dışarı edildi. 2 yılda ne değişti de 1999’da yeşil ışık yakıldı’? Fischer , ‘Biz Kıbrıs meselesi halolsun diye yaptık’ dedi açıkça. Yunanlılar’ın bence Helsinki’den bu tarafa çok güzel getirdikleri bir ince diplomasi var. İşin Kıbrıs cephesine baktığınızda, en büyük korkusu Yunan tarafının; Kuzey’deki varlığın, devlet yapısı ve kurumları ile günün birinde tanınması. Çünkü tanındığı an yıllardır savundukları kendi davaları çöküyor. 1976’daki bir bakıma ilginç bir örnektir. 1974 Kıbrıs harekatının ardından, 1976 Ağustos’unda Ege krizi ile yine savaşın eşiğine gelinmiş. Birden bire 1976 Kasım’ında, Ege konusunda bir usul anlaşması ortaya çıkmıştır ve iki ülke Ege konusunda 10-12 maddelik bir anlaşmaya varmıştır. Yani işbirliği, birbirlerinin aleyhine harekette bulunmama falan gibi. 1976-79 arasında da bir diyalog sürdü Ege’de. Hava sahası için 2 yıl 8 seans görüşmeler yapıldı, birinci Paris, ikinci Paris görüşmeleri yapıldı. Arada 1978 Mart’ında Ecevit Karamanlis’le görüştü... Bütün bunlar Yunanistan’ın o zamanki AET’ye giriş yolunda bir kazaya uğramama siyaseti içinde gerçekleşti. Ve ne zamanki AET’ye girdi Yunanistan, 1981 Ekim’inde de Yunan halkının ilginç bir reaksiyonu oldu. 6 yılda Yunanistan’ı AET’ye sokma başarısını gösteren Karamanlis ve onun partisini elinin tersiyle silip attı. Ekim 1981’de Papandreu büyük değişiklik sloganıyla iktidara geldi ve tamamen Türkiye’ye karşı bir tutumla hareket etti.
       
       Defne Sarısoy: Şimdi burada Ege konusunda iki ülke arasındaki uzlaşmazlık konularından biri de, Ege karasularının 6 milden 12 mile çıkarılması çabaları. Burada özellikle Türkiye’nin çekinceleri var. Karasularının 12 mile çıkarılmasının Türkiye açısından ne gibi sakıncaları var?
       

       Enis Tulça: En büyük sakınca, 6 mil durumunda yüzde 7 olan Türk karasuları Ege denizinde yalnızca 1 ünite artıyor, yani 12 mile çıkarsa yüzde 8 oluyor. Yunanlılar’ın ise 23 ünite birden artıyor ve Ege’nin büyük bir yüzdesi , yani yüzde 60 küsuru zannediyorum Yunan karasuları olmuş oluyor.

       Yani havada, karada, denizde boğuluyor Türkiye. Güneyde de Kıbrıs var. Akdeniz’de Avrupa Birliği’nin yetki alanları dediğimiz şey çıkacak yarın öbür gün. Mesela 1 Ocak 2005’te tek Avrupa sahası diye birşey çıkacak. Kıta hava sahası denen şey kalkıyor. O zaman ne olacak? Yani o sorun o zamana kadar halledilmemişse, bu sefer Türkiye’yle Avrupa Birliği karşı karşıya olmuş olacak. Avrupa Birliği için bugün bir sınır var Yunanistan’la Türkiye arasında Ege’de. Ama ABD için pek yok. Mesela geçen ekimde zannediyorum böyle bir hadise oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir gemiyi çıkarmak için Ege’de Yunanlılar yardım istiyor Amerikalılar’dan. Amerikalılar ‘Yardım edemeyiz diyorlar, orası sizin karasularınız değildir, müdahale edemem ben’ diyor. Bir de tabii bunun dışında işin askeri boyutu da var. Türkiye’de hala öyle bir hava var, ‘Biz büyük ülkeyiz, ordumuz büyüktür’ şeklinde. Ancak 1980’lerden sonra hem Yunanistan, hem Güney Kıbrıs hızla silahlanmaya başladı. 1985’lerden sonra eğitimli bir ordu oldu Güney Kıbrıs’ta. 1993’te Andreas Papandreu’nun Güney Kıbrıs ve Yunanistan arasında meşhur doktrini oluştu. Dolayısıyla şimdi çıkabilecek bir kriz veya kriz ihtimalinde, Yunanlılar geçmiş krizlere oranla, kendilerini bir çatışmaya daha hazır görüyorlar.
       
       Defne Sarısoy: İki ülke arasında süregelen kıta sahanlığı ve mülkiyeti tartışmalı ada ve adacıklar gibi sorunlarda Uluslararası Deniz Hukuku ne derece etkili oluyor? Bu sorunların hukuksal olarak çözümünde ne gibi zorluklar var?
       

       Enis Tulça: Yani mesafelerden başlıyor hadiseler. Aslında bölge bölge, adacık adacık onun tespitinin yapılması lazım. Türkiye’nin fazla bir iddiası yok. Şu anda anlaşmalarla Yunan toprağı olan adalarla zaten hiçbir ilgimiz yok. Artı çoğu Yunan adası burnumuzun dibinde, onların adacıkları da bunlara dahil olacak veya olmayacaktır. Karşılıklı bir anlaşmaya varılsa Yunanistan bundan karlı bile çıkar. Artı bir uzlaşıcı formül bulunabilir mesela bence çok mantıklı, 3, 6, 12 mil formülü uygulansa, aslında Ege, Kıbrıs’tan çok daha kolay çözülebilecek bir sorun belki. Ama bunu siz bir koz olarak tutarsanız elinizde, Türkiye aleyhine her fırsatta kullanmaya kalkarsanız, işte o zaman da tabii yıllarca netice alamıyorsunuz. Yunan - Türk ilişkilerinde Yunanistan’ın değişken tutumları, uluslararası ilişkiler tabiriyle bir öyle bir böyle olması, sorunu çözümsüz kılıyor.
       
       Defne Sarısoy: Peki aslında sorunların çözümü nerede yatıyor? İki taraf nasıl bir adım atmalı ki, hiç kimse hakkının yenmediğini düşünerek soruna bir açılım getirilebilsin?
       
       Enis Tulça: Şimdi Yunanlılar açısından hep önce Kıbrıs diye görüldüğü için hadise, Türk tarafının çekinceleri var. İşte malum o iki kesimliliğin sulandırılmaması, bu verilecek topraklarla 60 bine yakın kişinin göçmen hale düşmesi, KKTC ile Türkiye’nin, bu garantörlüğün kalkması gibi riskler. Buralarda Türk tarafını tatmin edecek bir formül geliştirilebilirse, o zaman bence Ege’de iki taraf da tatmin olduğu andan itibaren çok rahatlıkla masaya oturulur ve görüşmeler süratle ilerler.
       
       Defne Sarısoy: Ege’de çözülemeyecek bir sorun yok yani.
       
       Enis Tulça: Bence yok. Yani bu kadar yıldır 3 kere savaşın eşiğine gelindi, bundan sonrakilerde de belki pisi pisine gelinecek. Ama Yunan toplumu birtakım saplantılarından kurtulamıyor gibi geliyor bana. Yani öyle bir hava var ki, belki biraz Yunanistan’ın o tarafını da keşfetmekte fayda var. Her ne kadar son dönemde birtakım gelişmeler olduysa da, özüne döndüğümüzde Ortodoks dininin rolü de büyük. Yalnız Türkiye’ye karşı değil, örneğin Papa Yunanistan’ı ziyaret edeceği zaman ayağa kalktılar. Nedenmiş? Efendim 1453’te İstanbul düştüğünde Papa kınamamış. Böyle bir kısır döngü içinde bir millet. Venizelos - Atatürk zamanına baktığınızda, orada da mesela Venizelos’la barış yapılıyor. 1910 ile 1922 arası Yunanistan toprakları 4 kat büyüyor, Türkiye’ye karşı yapmadığını yanına bırakmıyor. Ondan sonra Atatürk gibi bir liderin karşısında mecburen el sıkışıyor. Orada bile söylediği bir söz var, 1930’da yüzüncü yıl törenlerinde diyor ki: ‘Türkler’le 450 yıllık bir davamız var, biz şimdilik temyiz hakkımızı kullanmıyoruz’. O da ilginç bir söz. Dolayısıyla hep benim lehimde olsun her şey ya da hep Türkiye aleyhine bir şeyler çıksın derdinde oldu Yunanistan. Bu bence hala devam ediyor. Dolayısıyla Türk - Yunan ilişkileri sürtüşmeye her zaman açık maalesef. Apo’nun yakalanmasından sonraki süreçte, 1999 Şubat’ındaki hadiseden sonra uluslararası anlamda, Amerika açısından ve Avrupa Birliği açısından Yunanistan terör damgasını yemiş, terörle iç içe yatıp kalkan bir ülke durumuna düşmüştü amiyane tabiriyle. Helsinki sonrasında Yunanlı diplomatların veyahut akademisyenlerin hep söyledikleri bir şey vardı: ‘İşte biz bir jest yaptık Helsinki’de, şimdi karşılığını bekliyoruz’ türünden. Aslında bu jest Türkiye tarafından onlara zaten Helsinki’ye giden yolda 99 sürecinde yapıldı. Yani haziran ayında ilişkiler bu duruma düşmüşken terörden dolayı, 3 ay içinde aynı ülke Dışişleri Bakanı İsmail Cem kalkıp bir inisiyatif aldı ve diyalog çağrısında bulundu. Papandreu da haziran’da verdi cevabı mektupla. Ve o zamandan zaten diyalog başladı. Temmuz’da ilk Yunan heyeti Ankara’ya geldi. Arkadan Ağustos’ta deprem oldu filan ve süreç başladı. Ama ilk başı tamamen Türkiye’nin iyi niyeti ile, Yunanistan’ı düştüğü zor durumda kuyunun içinden tutup çıkarmasıyla gelişmiştir.
 
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları