|
28 Nisan Bir Dönem Bir Çocuk adını verdiği kitabıyla, Türk siyasi tarihinin bugünlere yansımaları olan önemli gelişmelerini, anılarla harmanlayarak okuyucuya sunan Öymen, adeta bir zaman yolculuğuna çıkarıyor bizleri. Altan Öymenle geçmişten bugüne bu yolculuğun önemli durakları üzerine söyleştik. |
Defne Sarısoy: Hem Türkiye, hem de dünyadaki gelişmeler açısından önemli bir döneme ışık tuttuğunuz kitabınız için Anılı Kitap tabirini kullanmışsınız. Öncelikle anılı kitap, okuyucu ile yazar arasında nasıl bir iletişim kurmayı planlıyor? Altan Öymen: Bu kitapta yalnızca benim başımdan geçenleri, çocuk olarak gördüklerimi ve algıladıklarımı değil; aynı zamanda o dönemin olaylarını da anlatmaya çalıştım. Pratikte anılarda pekçok insanın adı geçer, fakat başkaları o insanları tanımaz. Mesela benim çocuklarım, torunlarım Şükrü Saraçoğlunun adı geçtiği zaman onu sadece bir stad ismi olarak biliyorlardı. Halbuki Şükrü Saraçoğlu, İkinci Dünya Savaşı döneminin başbakanı ve dışişleri bakanıydı.Şimdi onu anlatmak için Türkiyenin İkinci Dünya Savaşında geçirdiği olayları da anlatmak gerekiyor. O bakımdan bir çocuk gözüyle bakarken, aynı zamanda bir yetişkinin gözüyle de anlatılmış bir kitap oldu. Tam bir anı kitabı değil, onun için anılı kitap. Defne Sarısoy: Çocukluğunuzun geçtiği 30lu ve 40lı yıllar, Türk siyasi tarihi için önemli değişimleri ve geçiş süreçlerini kapsıyor. Atatürklü yıllardan İsmet İnönü dönemine geçiş ve Türkiyenin demokratikleşme süreci gibi önemli dönüm noktalarına işaret ediyor. Peki bu gelişmelerin o günün Türkiyesine ne gibi yansımaları vardı? Genel olarak o dönemi değerlendirmek gerekirse, Türkiye nasıl bir süreçten geçiyordu? Altan Öymen: Türkiyenin o sıradaki en önemli meselesi savaşa girmemekti ve bunu sağlamak için de bütün politikasını ona göre ayarlamıştı. Tabii bu bir sıkıntı dönemini de beraberinde getirdi. Çünkü savaşa girmeyince dışarıyla ilişkilerimiz belirli şartlara bağlı kalıyordu, yani Türkiye kendi yağıyla kavrulmak durumundaydı. Ama aynı zamanda dışardan para almadan, borç almadan, destek almadan da kendini idare edebilecek durumdaydı.Onun için kendi bağımsız politikasını yürütebildi; yalnız orada başka birşey daha yaptı. Sadece savaştan korunayım, mevcudu muhafaza edeyim demedi, birtakım hamleleri de devam ettirdi. Mesela o sırada köy enstitüleri hamlesi gibi hakikaten Türk eğitiminin temel unsurunu teşkil eden büyük bir atılım yapılmıştır. Gene o sırada Türkiyenin sanat ve kültür alanlarında da atılım yapması büyük bir olaydır. Düşünün ki dünya savaş içinde, Türkiyede ise bir barış havası hakim, Türk operası kuruluyor, konservatuarı kuruluyor, oradan çıkan insanlar ilk temsillerini veriyorlar. Türk seyircisi Madame Butterfly gibi dönemin ünlü operalarıyla tanışıyor. Bir yanda flarmoni orkestrası kuruluyor, diğer yanda Türkiyenin her tarafından ressamlar biraraya getiriliyor ve eserleri halka gösteriliyor. Halk birincileri, ikincileri, üçüncüleri seçiyor ve Türkiyenin tanınmış ressamları o şekilde yetişiyor. Aynı zamanda şiir yarışmaları yapılıyor, edebiyat teşvik ediliyor. Mesela Cahit Sıtkı Tarancının ünlü 35 Yaş Şiiri, yarışmalardan birinde birincilik ödülü alarak meşhur olmuş bir eserdir. Kısacası, bütün imkanları kullanarak sıkıntı içinde ama gelişmeye, kalkınmaya çalışarak yaşanan bir dönemdi. Defne Sarısoy: Türkiyede bu gelişmeler yaşanırken, Avrupada ise Hitler ve Mussolininin oluşturduğu ittifaka, iki demokratik ülke İngiltere ve Fransa bir başka ittifak oluşturarak karşı duruyordu ve küçüklü büyüklü devletler de bu cephelerden hangisinde yer alacağının hesaplarını yapıyordu. Bu gerilim içinde, İkinci Dünya Savaşının eşiğinde bir dünya vardı Peki Türkiyenin bu savaş denklemlerindeki yeri ne idi? Altan Öymen: Almanya ve İtalya o sırada yayılmacı bir politika izliyordu. Almanya, Birinci Dünya Savaşında aldığı yenilgi üzerine, kaybettiği toprakları ve imkanları yeniden kazanmak istiyordu. İtalya ise, Birinci Dünya Savaşında aslında bir yer kaybetmemişti ama kazandıklarıyla da yetinmiyordu. Diğer tarafta İngiltere ve Fransa statükodan memnundu, Almanya ve İtalyaya karşı tedbir alıyorlardı. Türkiye ise aslında yayılmacı bir devlet olabilecekken, yayılma heveslerine hiç kapılmadı; mevcudu muhafaza etmek, kendi içinde kalkınmak hedefindeydi. Fakat Türkiyeye İtalyadan bir tehdit vardı. |
||||
İtalya, Habeşistanı işgal ettikten sonra Arnavutluku almıştı, orayı işgal etmişti. Sonra Yunanistana göz dikmişti, Yunanistandan sonra da sıra bizdeydi. Onun için Türkiye, İtalyaya karşı tedbir alma zorunluluğu içinde İngiltere ve Fransayla işbirliği yaptı ve bir anlaşma imzaladı. İmzalanan anlaşmaya göre, eğer İtalya Türkiyeye saldırırsa, İngiltere ve Fransa onu koruyacaklardı ve askeri yardım yapacaklardı. Aynı şekilde Türkiye de eğer İtalya, Fransa veya İngiltereye saldırırsa savaşa girmek sorumluluğunu yerine getirecekti. Fakat Türkiye bu yükümlülüğü üstlenmeden önce o anlaşmaya bazı maddeler koymuştu.O maddelerle hem kendi güvenliğini sağlamış ve saldırıya uğrarsa korunma garantisini elde etmişti, hem de kendi yükümlülüklerini hafifletebilecek olan bazı durumlar doğmuştu. Fakat İtalyan tehditinin ardından Rus tehditi başladı. Bu sırada Almanlarla işbirliği halindeydi Türkiye. Rusya, boğazları Türkiyeyle beraber savunmak iddiasındaydı. Savaşın başından beri bu isteğini dile getiriyordu.. Defne Sarısoy: Peki Rusyadan gelen tehdit, Türkiyedeki demokratikleşme sürecini nasıl etkiledi? Çok partili sisteme geçişte ne gibi etkileri oldu? Altan Öymen: Aslında cumhuriyet döneminde Ruslarla ilişkilerimiz gayet iyi gidiyordu. 1920li yıllarda yapılan anlaşmalarla, her iki devlet de başka yerle işbirliği yapacağı zaman, bunu daha önceden bildirmek zorunluluğunu kabul etmişti. İkinci Dünya Savaşına yaklaşıldığı sıralara kadar bu böyle devam etti. Sonrasında ise, Türkiye, İngilizler ve Fransızlarla anlaşma yaparken, Rusyanın da birlikte hareket edeceğini tahmin ediyordu. Çünkü anti komünist olduğunu tüm dünyaya ilan eden Almanya, Rusya için bir tehdit oluşturuyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşının başlamasından hemen önce, 22 Ağustos 1939da birden bire dünyayı şaşırtan bir gelişme oldu. Ruslar, İngiliz ve Fransızlarla anlaşmaları beklenirken, Almanlarla işbirliği yaptılar ve bir saldırmazlık anlaşması imzaladılar .Almanlar bu anlaşmayı yapar yapmaz Polonyaya saldırdılar ve Polonyanın büyük bir kısmını işgal ettiler .Ardından Ruslar da , Polonyanın doğu tarafını işgal etti. İş bununla da kalmadı, arkadan Baltık devletleri, Letonya, Litvanya, Estonya ve Romanya işgal edilen topraklar arasına katıldı.Yani Rusya birden bire bir yayılmacı devlet oldu. 1939da savaş başladıktan sonra ve Rusyanın Almanya planı iyice belli olduktan sonra, Türkiye Rusya ile bir anlaşma yapmaya karar verdi. Dönemin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu Moskovaya gitti. Ancak çok ilginçtir, 3-4 gün sürmesi beklenen gezi 23 gün sürdü. Boğazlar üzerinde bir anlaşma yaparak serbest geçiş hakkı elde etmek istedi Ruslar. Bu tabii Türkiyeyi çok rahatsız etti ve görüşmeler de anlaşmazlıkla bitti. Ama savaşın sonunda Ruslar, aynı talepleri tekrarladılar ve Türkiyeyle aralarındaki dostluk anlaşmasını da yenilemeyeceklerini bildirdiler. Bu durum Rusyaya karşı Türkiyenin endişelerini büyük ölçüde artırdı ve komünizme karşı korku duyulmaya başlandı. Bunun sonucu olarak da, Rusyaya karşı ittifak arayışları içerisindeki Türkiye, komünizme karşı politikaları ile bilinen Amerika ile anlaşmak durumunda kaldı. |
||||
Gazeteci-yazar Altan Öymen'le, Defne Sarısoy Cop görüştü. | Türkiye çok partili döneme savaş bittikten hemen sonra geçeceğini belirtmişti ve nitekim 1946da Demokrat Parti kuruldu. 46da yapılan seçimlerde Meclise 60-70 bağımsız milletvekili girdi. 1950 seçimlerinde ise iktidara Demokrat Parti geldi. Bu geçiş süreci içinde iktidar ve muhalefetteki CHP bir noktada fikir birliği içindeydi, her iki parti de komünizme geçit vermiyordu. Komünizme karşı bir milli ittifak oluşturulmuştu. Ama bu sadece komünizm tehdidine karşı bir hareket olarak kalmadı. Türkiyede sol denilince, bunun altında komünizm var denildi uzun süre. Her türlü sol hareket, komünistlerin işine yarayan bir hareket olarak değerlendirildi. Bunun çok sıkıntıları oldu ve Türkiyenin ilk sol partiye kavuşması ve solun bir ölçüde anlaşılır hale gelmesi 1960ları buldu. İlk kez 1961 Anayasasında sözedildi soldan. Defne Sarısoy: Peki tekrar savaşlı yıllara dönersek, İkinci Dünya Savaşı sürecindeki Türkiyenin politikası ile henüz sona eren Irak savaşı sürecindeki Türkiyenin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Altan Öymen: Türkiye o zaman hiçbir şekilde savaşa girmek istemiyordu. İngiliz ve Fransızlarla yaptığı ittifakla İtalyan tehditine karşı kendini korumaya çalışıyordu, yoksa başka bir ülkenin topraklarına girmek gibi bir düşüncesi yoktu. Yani başlangıçtaki kararlılığı bu noktadaydı. Irak politikasında ise, Türkiyenin ne istediği başından beri belli değildi. Önce bir pazarlıkla başladı iş. Yani bana ne kadar para verirsen, o kadar yardım yaparım gibi bir hava oldu. Paranın dışında bir politikası yokmuş gibi göründü. Bir başka konu da, Türkiyenin Iraka asker sokma isteği. Türkiye Iraka asker sokunca ne yapacak? O da belli değil, herkes farklı açıklamalarda bulunuyor. Yani kendilerinin bile ne yapacaklarını bilmediği hükümet yetkililerinin sürdürdüğü bir müzakere sürecinin sonunda, Mecliste de bir kararlılık gösterilemedi ve Türkiye verdiği sözlere bağlı kalmayan bir devlet durumuna düştü. İkinci Dünya Savaşında çok daha ciddi, çok daha tecrübeli bir politika izlenirken, Irak savaşında sağ duyudan uzak bir politika izlendi. Defne Sarısoy: 1940ların iletişim araçlarıyla giderilen haber alma ihtiyacı ile 2000li yılların canlı yayında izlenen savaşlarını kıyasladığınızda nasıl bir değişim gözlüyorsunuz? Altan Öymen: Tabii o zaman hangi cephede ne oluyor bunu öğrenmek ciddi bir meseleydi. Cephede muhabir yoktu zaten, muhabir denilen kimseler, hükümetin söylediği şeyleri yazmak durumundaydı. Genellikle tebliğler verilir ve onlar yayınlanırdı. Mesela bir keresinde Almanlar, Stalingrad şehrini işgal ettiklerini duyurmuşlardı. Aynı gün Sovyetler Birliği tarafından gelen haberde ise, Stalingrada girmeye teşebbüs eden Almanların, ağır bir mağlubiyete uğradığı belirtiliyordu. Böyle durumlarda, hangisinin doğru olduğu yönünde, ortalama yorumlar yapılırdı. O zaman radyo gazetesi vardı, Muharebeler daha devam etmektedir, sonuç alınmamıştır gibi yuvarlak laflarla haberi duyururlardı. Evlerde de bu konular çok konuşulurdu, herkes aşağı yukarı birer uzman gibiydi. Babamın söyledikleri genellikle doğru çıkardı, onun için de sıklıkla komşular gelip fikrini sorarlardı. Şimdi ise, tankların önüne kameralar konuyor, en azından yakın plandan görüntülerle görüyoruz herşeyi. Tabii orada da kontrol var, Amerikalılar kendine güvendiği yerde bu imkanı veriyor. Yine hakikatler söylenmiyor belki ama bol miktarda gazeteci bugün bölgede çalışabiliyor. Savaşın izlenmesi daha kolay hale geldi ama acı gerçekler de ortaya çıktı. Ölen çocukların görüntüleri yakın plan çekimlerle geliyor gözümüzün önüne. Defne Sarısoy: Savaş olgusunun sürekli varlığını hissettirdiği bir dönemde geçen çocukluk, yetişkin yaşlara kuşkusuz pekçok anı ve bilgi taşıyor. Ama kişisel açıdan değerlendirdiğinizde, savaş bir çocuğun yaşama bakışını nasıl etkiliyor? Altan Öymen: Tabii çocuk, büyüklerin duyduğu endişeleri duymuyor. Büyükler de, çocukların hayatını karartmamak için onlara karamsar şeyleri fazla aktarmıyorlar. Ama belli yokluklar çekiliyor. Bizim hiç oyuncağımız yoktu, telden arabalar yapardık, kendimiz türlü oyunlar icat ederdik. Biz ancak savaştan sonra ortalık biraz hareketlenince, imkanlar artınca yoksun olduğumuz şeyleri fark ettik. Giyim kuşam açısından çocuklar daha iyi hale gelip, bisikletler ortaya çıkmaya başladıktan sonra bizim çocukluğumuzda hiç bunlar yoktu gibi duygulara kapılıyor insan. Benim çocukluğum yok ki, Ben savaş yıllarının çocuğuyum diyen iki mısra vardır hala aklımda. Bu bir ölçüde doğru tabii. | |||
|
|||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler | Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları |
|||||||||||||||||