Konu:
Irak savaşı
Konuk: Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma
Görevlisi Mesut Özcan
Sedat Küçükay:
NTV Radyo İstanbul stüdyolarında Halkın Sesi'yle karşınızdayız. Evet,
Irak savaşı 13'üncü gününde Irak direniyor. Amerikan ve İngiliz güçleriyse
hala savaşın planlandığı gibi yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bildiğiniz gibi
Suriye ve İran'a yönelik yeni ABD tehditleri savaşın başka cephelere de
sıçrayabileceğinin bir işaretini mi oluşturuyor, bunu da hep birlikte
soruyoruz. Evet, savaş sonrası Irak nasıl şekillenecek ve bu durum Türkiye'yi
nasıl etkileyecek? Dünyayı kendine göre yeniden düzenlemeye çalışan ABD
bu savaşta başarılı olamazsa öngörülen yeni düzene karşı nasıl alternatifler
oluşur? Halkın Sesi'nde bugün bunları konuşacağız. Konuğumuz da Beykent
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi Sayın Mesut
Özcan. Sayın Özcan hoşgeldiniz.
Mesut Özcan: Boşbulduk.
Sedat Küçükay:
Sayın Özcan, aslında sizi çok yeni çıkan ama çıkar çıkmaz da tükenen
"Sorunlu Miras Irak" kitabından da tanıyoruz. Ben de gerçekten
bu kitabı görünce çok sevindim. Bugün biraz isterseniz bu kitaptaki konulardan
başlayalım. Niye Irak'ta böyle bir sorun var, sorunlu bir miras? Bu toprağından
mı kaynaklanıyor, coğrafi yapısından mı kaynaklanıyor, halkından mı, yönetim
şeklinden mi? Biraz bu konuda bizi bilgilendirirseniz sevinirim.. Buyrun
efendim..
Mesut Özcan: Tabi
memnuniyetle. Bugün bilidiğimiz Irak coğrafyası aslında Osmanlı devletinin
üç tane vilayetinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir coğrafya. Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra bölgede hakim olan İngilizler, Basra, Bağdat ve
Musul vilayetlerini birbirlerine bağlayarak bugünkü Irak devletini ortaya
çıkartıyorlar. Ama baktığımız zaman bu yapının içerisinde oldukça etnik
anlamda, coğrafi anlamda oldukça farklılıkların olduğunu görüyoruz. Ve
bu farklılıklar da ülkenin bir bütün olarak hayatiyetini devam ettirmesi
açısından çok ciddi sorunlar ortaya çıkartıyor. Baktığımız zaman coğrafi
anlamda Basra vilayeti daha çok Körfez'e ve Hindistan'a bağlıyken Osmanlı
zamanında, orayla daha fazla ilişkiliyken Bağdat, Suriye'ye ve Akdeniz'e
bağlı, kuzeydeki Musul vilayeti ise daha çok Güneydoğu Anadolu'yla ilişki
içerisinde. Bu anlamda bu üç vilayetin ortak bir yapı oluşturması çok
fazla söz konusu değil coğrafi anlamda. Etnik ve kültürel anlamda, dini
anlamda baktığımız zaman da benzer şeyler söz konusu. Baktığımız zaman
Irak'ın toprakları içerisinde etnik anlamda çok farklı unsurlar var. İşte
kurulduğu zaman yüzde 80'i Arapça konuşan insanlar var, bunların yanında
Kürtler var, Türkmenler var, diğer Yahudiler var, diğer gruplar var. Dini
anlamda da yine bir bütünlük söz konusu değil. Nüfusun büyük bölümünü
yüzde 55-60 oranında Şiiler oluşturuyor, Şii Müslümanlar oluşturuyor,
bunun dışında Sünni Müslümanlar var. Ayrıca çok az miktarda olmak üzere
de işte Yahudiler var ilk kurulduğu yıllarda ve yine Asuriler, Keldaniler
gibi diğer küçük otantik gruplar da var. Bu kadar farklı etnik ve dini
grupların oluşturduğu bir coğrafyada bir bütünlüğü sağlamak çok fazla
mümkün olmuyor. Ve kurulduğu zaman da Irak'ın başına İngilizler tarafından
getirilen Faysal'la bu gerçeği kabul ediyor ve ilk yıllarda ülkesini bir
bütün halinde tutabilmek için oldukça ciddi çabalar sarfediyor. Baktığımız
zaman işte Irak 1921'de kurulduktan sonra 32'de bağımsızlığını kazanıyor.
32'ye kadar İngiliz mandası altında yönetiliyor. 32'de bağımsızlığını
kazandıktan sonra 1958'deki darbeye kadar da yine krallık yönetimi altında
bir idare görüyoruz Irak'ta. Daha sonra 58'deki darbeden sonra, 68'e kadar
olan süreçte çok istikrarsız yapılar, birbirini takip eden sürekli darbeler
var. 68'de en son Baas darbesinden sonra belli bir istikrarlı bir yapı
görüyoruz. O zaman 68'deki darbe sırasında devlet başkan yardımcısı olan
Saddam Hüseyin 78'de yönetimi ele geçiriyor ve 78'den bugüne kadar da
yaklaşık epey uzun bir süredir de 25 yıllık bir süre içerisinde ülkenin
tek yöneticisi olarak karşımıza çıkıyor. Bu süreç içinde baktığımız zaman
da Irak'ın pek çok defa komşularıyla ciddi sorunları olduğunu görüyoruz.
İşte Kuveyt'le savaşıyor, İranla savaşıyor, Türkiye'yle çeşitli sorunları
oluyor. Bunların da hepsine baktığımız zaman bu coğrafi ve etnik sorunların
önemli bir faktör olarak ortada olduğunu görüyoruz. Kuveyt'le olan savaşın
en önemli sebebi, Körfez'e olan çıkışının çok kısıtlı olması Irak'ın.
Irak çok büyük bir ülke. Arap dünyası açısından etknik, yani nüfus özellikleriyle
ekonomik özellikleri bünyesinde bir araya getirip de ciddi potansiyel
güç sahibi olabilecek bir ülke ve bir zamanlar için Ortadoğu'nun Prusyası
olarak nitelendiriliyor Irak. Bu iki kaynağı birleştirildiği zaman çok
müreffeh, çok güçlü bir ülke olabilecekken bu bugün baktığımız süreç içerisinde
çok daha zor şartlar altında yaşayan bir halk görüyoruz Irak'ta. Irak
körfeze dar olan çıkışını genişletmek için sürekli Kuveyt'ten çeşitli
taleplerde bulunuyor. Ama şu da bir gerçek ki Irak'ın körfeze çıkışı özellikle
İngilizler tarafından bu kadar küçük bırakılıyor. Yaklaşık 25-30 kilometre
kadarlık bir çıkışı var koskocaman bir ülkenin. Bu çıkışın hemen açığında
da Kuveyt'e ait iki tane ada var. Ve bunlardan biri 1 kilometre, biri
3 kilometre açığında sadece. Ve aynı zamanda bu çıkış liman yapmaya çok
fazla müsait değil. Bu nedenle de ancak Şattülarap nehrini İran'la beraber
paylaşarak kullanıyor ve bunun dışında da yine burdaki bazı küçük limanları
kullanarak körfeze çıkmaya çalışıyor ve petrol ihraç etmeye çalışıyor.
Bu kadar önemli bir dünyanın ikinci büyük petrol kaynaklarına sahip olan
bir ülkenin bu kadar dar çıkışının olması da çok ciddi sorunlara yol açıyor
bu kadar ekonomik potansiyelini gerçekleştirmesi açısından.
Sedat Küçükay:
Efendim müsadenizle hattımızda bekleyen dinleyicilerimiz var ve onların
görüşlerini alıyoruz şimdi...
Kaan: Ben şundan
bahsetmek istiyorum, Amerika 11 Eylül'de çok büyük bir terör saldırısı
yaşadı, zararı yüz milyarlarca dolardan bahsediliyor. Bence ikinci 11
Eylül'ünü de diplomasi alanında yaşadı. Çünkü Amerika her zaman biraz
süper güç olmasından dolayı korkusunun olabileceği, çeşitli nedenlerle
sürekli desteği baya yoğun.... Fakat burda hiç destek bulamadı. En güvendiği
ülkelerden bile.. Ve bir de ben şunu belirtmek istiyorum; Türkiye Amerika'nın
yanında yer alarak büyük bir hata yaptı bence. Çünkü bir sürü insanın
nefretini kazandı. Belki böyle Amerika'nın yanında yer almayarak biraz
ekonomik açıdan desteğini hissetmeyecekti ama yine de böyle nefret kazanmayacaktı.
Bir de şunu ben görüyorum insanlarda, Amerika destek vermezse ne olur
falan.. 74 harekatında Amerika yine bize askeri ambargo uyguladı. Ama
Türkiye ne yaptı? Bütün kaynaklarından kullanamamasını sağladı Amerika'nın
ve sonuçta yine bunu kendi lehine döndürmeyi başardı. Ve şunu da ben söylemek
istiyorum, Sırp Kasabı Miloşeviç gibi Amerikan kasabı Bush da Lahey'de
yargılanmalı.
Ahmet Yüksel: Önce
dünden bahsetmek istiyorum. Size ve bizlere biraz haksızlık yapıldı gibime
geliyor bazı dinleyiciler tarafından. Siz bu halkın sesi programının konularını
tabiki anlık olaylara göre belirliyorsunuz. Biz de anlık olaylara göre
burda yorumlarda bulunuyoruz. 30 saniye içinde geniş bir tahlil, tablo
çizecek halimiz yok. Size de bize de biraz haksızlık yapıldı gibime geliyor.
Ve dün sorduğum soruyu bugün hocama da sormak istiyorum. Arap milliyetçiliğinin
had safhaya ulaştığı ve anti Amerikancılığın yükseldiği bir dönemde Türkiye
artık ne yapmalı? Yani Powell'ın gelmesinden Türkiye savaşa girme izlenimini
verirse zararlı mı çıkar yararlı mı çıkar? Bunu sormak istiyorum...
Yavuz: Şimdi
ben şunu söylüyorum; Amerika 11 Eylül'de onun başına gelenler bizim 35
bin insanımız katledilmiş bu terörle.. O zaman Amerika nerdeydi, o zaman
niye bütün dünyaya söylemedi ki Türkiye başında terör var. Yani şunu söylemek
istiyorum, biz Amerikan hükümeti değiliz. Biz Türkiye cumhuriyetinin evladıyız.
Yani niye biz Amerika'dan muhatab arıyoruz.?
Erkan Çömlekçi:
Şimdi Amerika'nın savaş planlarından birinin de Irak'ın bir parçasını
Ürdün krallığına bağlayıp büyük Ürdün krallığını oluşturmak. Bunu savaşın
meşruiyetiyle nasıl bağdaştırıyor acaba sayın konuğumuz?
Murat Esen: Ben
geçen hafta Sayın TÜSİAD Başkanı'nın açıklamalarını üzülerek dinledim.
Her şeyin para olmadığını, bir milletin en önemli şeyinin bağımsızlık
olduğunu, egemenliği olduğunu malesef Sayın TÜSİAD Başkanı unutmuş herhalde.
Dünyada parası olup da özgürlüğünü yaşayamayan ülkeler var, mesela Suudi
Arabistan gibi. İstila edilmiş ülkeler var, Amerika tarafından istila
edilmiş. Bize resmen böyle bir yolu gösteriyor, çok üzüldüm. Bu savaşın
sonunda Türkiye muhakkak bence büyük bir zarar görecek. Fakat biz bu zararı
bir artık ekonomik açıdan bir kurtuluş savaşı vererek ki son zamanlarda
şu anda çok dile getiriliyor, halk olarak bir şeyler devlete vererek paylaşmamız
lazım, bu sıkıntıları atlatmamız lazım. Bence bizim için en kolay ve en
pratik en güzel yol bu. Aksi takdirde bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü
ekonomik sebepler yüzünden kaybedeceğiz. Mesela Irak'ta görüyoruz, tankla
tüfekle Bağdat ele geçemiyor. Ama ekonomik açıdan bir zorluk darlık yaşarsa
bu ülke çok daha rahat ele geçirecek. Biz bugünleri yaşamak istemiyoruz,
saygılarımı sunuyorum.
Ahmet Tan: Şimdi
Özal zamanında göz ameliyatı ve kalp ameliyatı olmaya gittiğimde Makedonyalılar
Cemiyeti diye bir bahsedildiği öğreniyor... Bunu araştırdığım zaman Anadolu'daki
siyaseti yönlendirecek insanların burdan kaynaklandırıldığı, yetiştirildiği
vesaire.. Buna karşı bir doğulular cemiyeti oluşturuluyor. Arkasından
da Mesut Yılmaz'a bırakıyor bu işi, onlar da Karadenizliler cemiyeti kuruyorlar
ve bunlar bir dönem...iş yaptılar. Şimdi hocama sorum şu; bütün bu kadrolar
tasfiye edildikten sonra Türkiye'nin dış siyasetine damga vuracak olan
kişiler de yavaş yavaş temizleniyor işte yaş haddi vesaire birtakım şeylerle..
Bu konu hakkında ne diyecek acaba hocam?
Yiğit Can: Ben
her şeyden önce şunu yani gündeme getirmediniz, sizin vesilenizle gündeme
getirmek istiyorum. Yani bu Amerika'nın biz acaba geçmişine, mazisine
bir bakacak mıyız yani, ne zaman bakacağız? Bu adamlar zaten orda Kızılderililer
yaşıyordu, onları katlederek oraya yerleştiler. Ondan sonra 19'uncu yüzyılda
siyahları efendime söyleyeyim tekrar insanlık dışı bir muamele yaparak
sistemlerini devam ettirdiler. Ondan sonra 20'nci yüzyılda ve 21'inci
yüzyıla bakıyoruz ki Amerika'nın gidişatı hiç değişmemiş. Şimdi bu mukabilde
yani bu adamlar kan üzerine kurdukları sistemi dünyada devam ettirmeye
çalışıyorlar. İki ay önce Başkan Bush biz bu savaştan 600 milyar dolar
para bekliyoruz diye bir açıklama yapmıştı. Şimdi baktığımız zaman Kuzey
Irak'ta 100 yıllık petrol rezervi var. Bu adamların petrol rezervi 112
milyar varil yıllık. Bu adamlar buraya 30 milyar dolar yatırım yapıp 5
sene içinde bunu 4 katına çıkarıp 450 milyar varil yapacaklar. Bunu da
en düşük 20 dolardan çarptığınız zaman zaten 9 milyar dolar gibi bir para
yapıyorlar. hem kaliteli hem ucuz petrol Irak'ta çıkıyor. Bu adamların
yani bu şekil kan akıtmalarına yani Ortadoğu'daki ülkeler, bizler ve diğer
ülkeler ne kadar seyirci kalacağız?
Mehmet İlhan: Siz
bu programı açarken çok kısa bir açıklama yaptınız aslında Amerika'yla
ilgili. Şimdi medyaya ve akademisyenlere çok önemli bir iş düşüyor. Bu
terminolojik olarak bazı şeyleri netleştirmek lazım. Medyada yazılı olsun
görsel olsun şöyle terimler kullanılıyor; Amerika ve İngiltere için ittifak
güçleri, koalisyon güçleri gibi laflar kullanılıyor. Mutlaka işgal güçleri
terimini oturtmamız lazım. Akademisyenlerin çok önemli görevidir bu. Bu
şey üzerinde konuşmak daha doğru olur. Çünkü bir ülkeye işgal gücü demek
için şu anda Amerika'nın yaptığından farklı ne yapılabilir.. Bunu netleştirmek
lazım.
Mehmet Taner: İlk
savaşta, yani Birinci Körfez Savaşı'nda Amerika savaşı makul göstermek
için yani Irak'a karşı olan hareketi makul gösterebilmek için Irak'ın
Kuveyt'e girmesine izin vermişti. Şimdi ikinci kez Irak'a olan bu saldırıda
ise Amerika'nın böyle bir ihtiyacı olmadı. Yani Amerika bütün dünyayı
arkasına almak istemedi. Eğer gerçekten böyle bir şey istemiş olsaydı
belki kuzeydeki Kürtler'i bunun için kullanabilirdi. Yani Kürtler'le Irak
arasında çıkacak bir muhalefette bu sayede bunları kullanarak yani Kürtler'i
kullanarak aynı şekilde Amerika'nın yaptığı hareketi makul gösterebilirdi.
Bence esas Amerika'nın yapmaya çalıştığı şeylerden bir tanesi de Avrupa
Birliği'ni bilerek ve isteyerek ikiye bölmek oldu. Zaten hukuki olarak
ve fiili olarak şu anda Avrupa Birliği'ni böldü. Yani kendisinin karşısındaki
150 milyon, 300 milyon nüfusuyla ciddi bir güç olabilecek Avrupa Birliği'ni
ikiye böldü. Beraberinde euroya olan hareketini de tamamlamış olacağın
düşünüyorum. Bu arada esas Türkiye'nin yapması gereken neydi? Türkiye
şu durumda Avrupa Birliği, yani şu anda fiil olarak yıkılmış, artık ortada
durmayan, siyasi olarak ortada durmayan Avrupa Birliği'ne ne kadar yaklaşmalı?
Ve Ortadoğu'daki politikalarını neye göre tayin etmeli? Ben hocama bunu
sormak istiyorum..
Sedat Küçükay:
Hocam size dönüp bu görüşlerin ve soruların yanıtlarını almak istiyorum.
Ama önce hocam izin verirseniz, Sayın Ahmet Yüksel'in dün de sorduğunu
söylediği sorudan girmek istiyorum. Arap milliyetçiliği bu kadar had safhadayken
Amerika'ya tepki de bu kadar had safhadayken Türkiye ne yapmalı, nasıl
bir konumda durmalı diyor.. Aslında bizim konumuzun da çok direk içinde.
Bu soruyu yanıtlayarak başlayabilirsek sevinirim efendim..
Mesut Özcan: Evet,
Türkiye bu savaşı doğrudan müdahale olmayarak aslında en azından halkın
bu yöndeki taleplerine bir ölçüde cevap vermiş durumda. Zaten sürece baktığımız
zaman Türkiye'nin başından beri savaşın çıkmaması için elinden gelen çabayı
büyük ölçüde sarfetti bölge turu yaparak, Avrupa ülkeleriyle ve Birleşmiş
Milletler Güvenlik Kurulu'ndaki diğer ülkelerle temas halinde olarak mümkün
olduğunca bu ölçüdeki bir ülkenin yapabileceği her şeyi yapmaya çalıştı.
...Doğrudan etkileneceği için ve daha önceki Körfez Savaşı'ndan edindiği
tecrübelerle çok olumsuz olduğu için bunu engellemeye çalıştı. Ama tabi
tek başına Türkiye'nin bunu engellemesi mümkün değildi. Bu yönde atılan
adımlarda aslında Avrupa Birliği'nin ve bölgedeki Arap ülkelerinin de
hataları bu işi biraz daha hızlandırdı ve kolaylaştırdı. Çünkü Türkiye'nin
o yöndeki çabaları çerçevesinde Avrupa Birliği ülkeleriyle yaptığı temaslarda
Avrupa Birliği ülkelerinden bence yeterince destek bulamadı. Ve Avrupa
Birliği ülkeleri bugün zaten işte bazı dinleyicilerin de belirttiği gibi
bölünmüş durumda. Bu da büyük bir aktör olmak isteyen ve ortak savunma
ve dış politika geliştirmeye çalışan Avrupa Birliği için aslında ciddi
bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye burda bir şekilde müdahil
olmaması lazım ama bir yandan da Kuzey Irak'ta veyahut da Irak'ın genelinde
meydana gelebilecek bazı gelişmeler de Türkiye'nin menfaatini doğrudan
etkileyeceği için ve doğrudan bazı sorunlara yol açabileceği için Türkiye
açısından, bir şekilde de mümkün olduğunca müdahil olmamak zorunda ama
yanı zamanda içerdeki olayları da etkileyebilecek kadar bütün aktörlerle
temas içerisinde olması lazım. Bu nedenle Amerika'ya biz bu savaşı istemiyoruz,
hiçbir şekilde de müdahil olmayacağız demek çok mantıklı değil. Çünkü
Amerika'yla Türkiye arasındaki ilişkilere baktığımız zaman da Türkiye'nin
çok ciddi bir borcu var ve büyük ölçüde Amerika'nın etkili olduğu uluslararası
kurumlardan aldığı borçla ekonomisini büyük ölçüde ayakta tutmaya çalıştı.
Aynı zamanda askeri teçhizatlar açısından da Amerikan kaynaklarına oldukça
bağımlı. Bu açılardan baktığımız zaman ve Amerika'nın dünyadaki bugün
tek büyük güç olduğunu düşündüğümüz zaman Amerika'yı tek başına Türkiye'nin
pek çok şeyi kabul etmemesi o kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle de
mümkün olduğunca bütün aktörlerle diyalog içerisinde ve onlara kendi politikalarımızı,
kendi taleplerimizi veyahut da kendi isteklerimizi aktaracak şekilde onlarla
temas içerisinde mümkün olduğunca müdahil, savaşa müdahil olmak sızın
gelebilecek tehlikeleri de engelleyebilecek şekilde aktif olmak lazım
ama şu andaki politik, en azından savaşa doğrudan dahil olmayarak bu anlamda
halkın taleplerine bir ölçüde cevap vermiş durumda.
Sedat Küçükay:
Hocam burda Avrupa Birliği'nden yeteri kadar destek bulamadı diyorsunuz.
Ben de bu tezinizi gerçekten çok destekliyorum. Bunu çok anlayabilmiş
de değilim sade bir vatandaş olarak, anlamamam da çok normal. Çünkü bir
yanda Fransa'yla Almanya gerçekten Amerika'ya deyim yerindeyse bayrak
açıyorlar. Ve karşılarında da tezkereyi öyle veya böyle onaylamayan bir
TBMM var. Fakat buna hiçbir şekilde yanaşıp işbirliği yapmıyorlar. Yani
bu belki Türkiye'nin dışında başka bir ülke olsa inanılmaz derecede destek
verebilirdi. Bu Avrupa Birliği'nin her şeye karşı, 2004 yılında gelin
görüşelim demesine karşın Türkiye'yi gözden çıkarması mıdır? Nedir yani
bunu nasıl yorumlarsınız efendim?
Mesut Özcan: Türkiye'yi
belki doğrudan gözden çıkarmamasıdır ama daha fazla en azından Türkiye'nin
içinde bulunduğu şartlar açısından, bir de şunu unutmamat lazım, Yunanistan
Avrupa Birliği'nin dönem başkanıdır. Kıbrıs konusunda ve diğer bazı konularda
Türkiye bu kadar zor durumdayken bazı tavizler elde edebilir miyiz düşüncesi
içerisinde belki baskı unsuru olarak bunu kullanmak istemiş olabilirler.
Aynı zamanda şunu da unutmamamız lazım. Fransa ve Almanya savaşa karşı
olmasına rağmen İngiltere doğrudan savaşın içerisindedir. Ve hatırlarsanız
birkaç gün önce Verheugen'in yaptığı bir toplantıda bu kendisine de soruldu.
Yani Türkiye'ye bu kadar baskı yapıyorsunuz Kuzey Irak'a girme, girersen
Avrupa Birliği üyeliğini unut diye.. Ama İngiltere doğrudan savaşın içerisinde,
ona bir şey demiyorsunuz. Cevap vermeme hakkımı kullanıyorum şeklinde
bir cevap verdi. Aslında burda bir çifte standart söz konusu, onu hepimiz
görüyoruz.
Sedat Küçükay:
Biraz Türkiye'ye karşı bu cevap vermeme hakkını kullansa değil mi
hocam...
Mesut Özcan: Bu
açıdan baktığımız zaman aslında Avrupa Birliği'nin de o geliştirmeye çalıştığı
ortak savunma ve dış politikayı kolayca geliştiremeyeceğini görüyoruz.
Çünkü bunun için yeterince kaynak ayırmıyor ve aynı zamanda bu tür politikalar
kriz zamanlarında ortaya çıkar ve kriz zamanlarında kendilerinin belirletmesi
lazım. Ama bu kadar hayati önemdeki bir konuda dahi bu kadar bölünmüşlüğün
olması hem İngiltere gibi çok eskiden beri büyük bir ülkenin hemde yeni
üye olacak olan Doğu Avrupa ülkelerinin ve İtalya'nın, İspanya'nın bu
kadar aleni bir şekilde Amerika'nın yanınde yer alması Avrupa Birliği'nin
aslında oynamak istediği rolü çok kolay veyahut da çok yakın zamanda oynayamayacağının
da bir göstergesi. Aslında bu açılardan baktığım zaman, böyle iki kriz
alanlarına yakın ve aktif olabilecek bir Türkiye'nin içerde olması Avrupa
Birliği açısından çok çok önemli bir avantaj olabilecekken büyük ihtimalle
işte Türkiye'yi almamalarının veyahut da almak istememelerinin sebepleri
işte ekonomik sebepler veyahut da diğer bazı kültürel sebeplerin etkisiyle
bu konuları çok da görmezden geliyorlar. Veyahut da şu da olabilir; yakın
zamanda zaten kendileri de bu kadar büyük bir aktör veyahut da bu kadar
uygulamaya çalıştıkları politikaları uygulayamayacaklarını gördükleri
için bu yönden bir tavır takındılar diye düşünüyorum.
Sedat Küçükay:
Bir de hocam İMF'ye olan borcumuz, daha doğrusu İMF'nin denetimindeki
borçlarımız, ABD'ye yakın olan kurumlara olan borcumuzdan bahsettiniz
ama Avrupa Birliği'nin de zannederim Fischer Türkiye'ye geldiğinde, Alman
Dışişleri Bakanı'nın bir açıklaması vardı. İMF'de Avrupa Birliği'nin etkisi
Amerika'dan daha fazla. Onun için bu yönde Amerika'ya yanaşıp da bir şey
yapmaya kalkmayın. Bizle birlikte hareket ederseniz daha iyi olabilir
falan gibi.. Bu da bir anlamda yani hiçbir takdiri yok ama sürekli aba
altından sopa göstermek midir? Sade bir vatandaş olarak bunu da sormak
istiyorum..
Mesut Özcan: Şimdi
o dedikleri doğrudur. İşte Almanlar ve Fransızlar benzer şeyleri söylüyorlar
ama zor durumda kaldığı zaman da Türkiye'ye bu anlamda destek çıkmıyorlar.
Pek çok sefer köstek oluyorlar. Bu anlamda da Türkiey'nin Avrupa Birliği'yle
olan ilişkilerini biraz daha o anlamda çok fazla güvenmemesi veyahut da
bu konularda Amerika'dan daha fazla destek görmesi sebebiyle Amerika'yla
daha fazla işbirliği yapmasını anlayışla karşılamaları lazım. Onlar açısından,
Türkiye açısından baktığımız zaman hakikaten de bir çifte standart var.
Hem şunları şunları yapma diyorsunuz ama yapmaması için de gerekli desteği
hiçbir şekilde vermiyorsunuz. Bu anlamda Avrupalılar'ın bir anlamda hala
Türkiye'ye karşı olan ön yargılarının çok da fazla kırılmadığını görüyoruz.
Veyahut da bazı konularda hala Türkiye'ye baskı yaparak istedikleri sonuçları
elde edebileceğini düşünmelerinden ve bunu da bir fırsat olarak görmelerinden
kaynaklı bu şekilde bir politika izlediklerini düşünebiliriz.
Sedat Küçükay:
Peki bildiğim kadarıyla, yanlış biliyorsam lütfen beni düzeltin, Almanya
hava sahasını Amerika'ya açtı. Yani bukadar savaşa karşı olan bir ülke
Almanya hava sahasını Amerikan uçaklarına açıyor. Ama Türkiye açtığı zaman
sanki çok büyük bir şey yapmış gibi yine Avrupa Birliği tarafından Türkiye
eleştiriliyor. Bütün bu çifte standartlar Almanya ve Fransa tarafından
özellikle gelen, sadece Türkiye'yi sıkıştırmak adına yapılan şeyler mi,
yoksa bunun arkasında başka şeyler mi var?
Mesut Özcan: Şimdi
bir yandan Türkiye çünkü bir aday ülke olduğu için onun üstüne baskı uygulayabiliyorlar.
Aynı zamanda Türkiye üzerinden Amerika'ya bir anlamda da mesaj vermiş
oluyorlar. Yani Amerika'nın bu işe girişmemesini en baştan beri istediler,
çok açıkça karşı olduklarını söylediler. Ama Amerika bütün her şeye rağmen,
Birleşmiş Milletler'deki diğer bütün organlardaki aktörleri bir yana iterek
bu işe gireceğini gösterdikten sonra bir yandan da sürekli içerde olabilmek
için, oyunun içerisinde kalabilmek için de çeşitli yollardan müdahil olmaya
çalışıyorlar. Ve Türkiye gibi aday ülke üzerinden de bu yönde mesaj veriyorlar.
Şimdi Almanya'nın bütün NATO ülkeleri hepsi hava üslerini açtı, yani hava
sahasını açtı. Ama burda Türkiye'nin önemli bir farkı var. Türkiye Irak'a
komşu olan tek NATO ülkesi. Türkiye'nin şartları çok daha zor, bunu daha
da anlayışla karşılamaları lazımken en son bile, en son Türkiye hava sahasını
açtı. Buna rağmen de hala eleştirilmesini anlamak çok fazla mümkün değil.
O yönden de Amerika'ya karşı mesaj vermek açısından Türkiye üzerinden
politika yapmalarının bir örneği olarak değerlendirilir ve hala da şimdi
Irak savaşının uzayacağı belli olduktan sonra da bu sefer çeşitli şekillerde,
hem Almanya, Fransa ve hem de Rusya gibi diğer aktörler çeşitli şekilde
arabuluculuk yaparak, ateşkes sağlayarak bir şekilde olaya müdahil olmaya
çalışacaklardır. Bundan sonraki politikalarda bu tür açılımları da görebiliriz
bu ülkeler açısından... Gelen sorular arasında 74 Kıbrıs harekatıyla ilgili
bir soru vardı, ondan sonraki dönemde Türkiye daha bağımsız bir politika
takip etmişti denmişti. Şimdi o dönemde, 74 harekatından sonra Türkiye
aynı zamanda bir de o petrol krizine denk gelmesi ekonomik açıdan oldukça
zor kararlar almak zorunda kalıyor ve oldukça zorlanıyor. Daha sonradaki
bu süreç 1980'deki 24 Ocak kararlarına kadar gidiyor. Bu anlamda tamamen
ilişkileri koparmak Amerika'yla veyahut da herhangi başka bir aktörle
ilişkileri tamamen koparmak çok mantıklı olmayacaktır. Burda yapılacak
olan şey kendi önceliklerimizi bilerek ve bunları her şekilde savunarak
kendi kırmızı çizgilerimiz neyse onları her şekilde savunarak mümkün olduğunca
bütün aktörlerle ilişkilerimizi aktif tutarak bu oyunun içerisinde yer
alabilmektir. Powell'ın gelmesiyle ilgili bir soru sorulmuştu. Powell'ın
gelmesi bir anlamda Amerika'nın Türkiye'den o kadar kolayca vazgeçemeyeceğinin
bir göstergesi olarak görülmelidir. Çünkü her ne kadar Türkiye askerlerin
geçmesine izin vermemiş olsa da Türkiye gibi önemli bir ülkeyi Ortadoğu'da
her zaman için hiçbir aktör gözden çıkaramayacaktır. Bu anlamda da ilişkileri
tamir etmek veyahut da ilişkilerin seviyesini korumak açısından Powell'ın
ziyareti bu anlamda önemli bir gelişmedir. Ve böyle bazılarının iddia
ettiği gibi öldük bittik, Amerika üstümüzü çizdi, kesinlikle bir daha
ilişkilerimiz aynı seviyeye gelmeyecek demek doğru olmayacaktır. Bunun
bir göstergesi de Powell'ın ziyaretidir. Ürdün Krallığıyla birleştirilmesi
Irak'ın gündeme geliyor. Bu şu sebepten kaynaklanıyor; baktağımız zaman
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra burdaki haritalar tamamen İngilizler tarafından
çizilmiştir. Ben zaten onu çalışmamda da anlatmaya çalışmıştım. Burdaki
İngiliz Yüksek Komiseri'nin gözetiminde bütün sınır anlaşmaları yapılıyor.
Ve Mekke Şerifi Hüseyin'in oğulları, birisi Ürdün'de krallık yapıyordu,
birisi Irak'ta krallık yapıyordu. Bu anlamda aynı zamanda Irak'ın ortak
isimlerinden Bağdat'taki etnik yapı, Sünni Arap yapıyla Ürdün'deki Sünni
Arap yapının birbiriyle daha fazla işbirliği yapabileceği düşüncesi nedeniyle
bu tür senaryolar gündeme getiriliyor ama Ortadoğu'daki sınırları herhangi
bir şekilde değiştirmeye kalktığımız zaman bunun nerde biteceğini kestirmek
çok fazla mümkün olmayacağı için bu türden girişimlerde bulunmak Amerika
açısından oldukça riskli olacaktır. Bu kadar da meşruiyeti sorgulanan
bir hareket sonrasında bu tür bir şeye girişmek Amerika açısından çok
çok daha büyük soruna yol açabileceğinden bunun çok fazla en azından uş
an için muhtemel gözükmüyor. Eğer Amerika çok uzun süreler burda kalacaksa,
bütün bunların maliyetini karşılamayı göze alıyorsa ancak bu türden girişimlerde
bulunabilir deniyor. İşte Murat Esen Bey de niye para için pazarlık yapıyoruz,
bağımsızlığımız daha önemli değil mi, Suud gibi istila edilmiş ülkelerden
olmayalım dedi. Hakikaten de önemli. Ama işte bağımsızlık demek herkese
rest çekmek veyahut da hiçbir şekilde kimseyle görüşmüyorum demek değildir.
Bir de bu kadar uluslararası ilişkilere, ülkelerin birbirine bu kadar
bağımlı, bağlantılı olduğu bir ortamda izole bir şekilde yaşayamayız.
O yüzden de bütün taraflarla ilişkilerimizi sürdürmek zorundayız....
|