Güncelleme: 16:42 TS 11 May., 2002
|
|
|
Dervişden gençlere mesaj
|
|
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Dervişin Yeditepe Üniversitesinde öğrencilere verdiği konferansın tam metni.
|
|
Kemal Derviş:
Sizin çabanız sadece Türkiyenin geleceğini değil bir ölçüde dünyanın geleceğini de belirleyecek. Geçmiş asrın sonlarına doğru, 1990ların başında aslında 20nci asrı belirleyen ideolojiler, çatışmalar bir bakıma sona erdi. Berlin Duvarının çökmesiyle aslında 20nci asır da erken bitti. 20nci asra baktığımız zaman temelde bu asrın tarihine, yaşamına, siyasal ve ekonomik yaşamına ne yön verdi? Bir taraftan devletçi bürokratik bir sol model, öbür taraftan totaliter bir sağ özgürlük alanını tehdit etti asır boyunca. Fakat asrın sonuna doğru hem totaliter sağ hem totaliter sol çöktü ve yeni benim liberal sosyal sentez adını verdiğim bir sentez doğdu. Kolay olmadı, milyonlarca insan hayatlarını kaybetti, savaşlar oldu. İki model arasında çatışmalar oldu. Ve daha ılımlı, daha sentezci barış, barışa inanan, demokrasiye inananlar bütün bu tehditlere rağmen galip çıktılar.
SOSYAL LİBERAL SENTEZ
Sosyal liberal sentez piyasa mekanizmasını savunanların liberal ekonomiyi savunanların tam başarısı anlamına gelmiyor. Sosyalizmi savunanların da tam başarısı ve haklılığı ortaya çıkmadı. Aslında iki görüşten de iki felsefeden de katkılar oldu ve bu sentez oluştu. Piyasa mekanizmasının önemi, özel mülkiyetin güven altında olması, katı merkeziyetçilerin kaynak dağılımında başarısız oldukları daha açıkça görüldü. Bu tabiki liberal piyasa yanlısı dünya görüşünün bir başarısıdır. Ancak sol diye nitelendireceğimiz görüşün de çok önemli katkısı olmuştur bu senteze. Bugün OECD ülkelerini teşkil eden zengin ülkeler istatistiklerine baktığımız zaman 20nci asrın başında devletin harcamaları milli gelir içinde bu ülkelerde yüzde 10un altındaydı, Fransada, Almanyada, İtalyada, İngilterede, Amerikada.
Bütün bu ülkeleri aldığımız zaman Birinci Cihan Harbinden önce devletin payı sadece yüzde 10du. Bugün OECD ortalamasını aldığımız zaman devlet harcamalarının milli gelir içindeki payı yüzde 40ın üstündedir. Bu şunu yansıtıyor; tek başına liberal piyasa, serbest piyasa her şeyi halletmiyor. Evet, kaynak dağılımını etkiliyor. Kaynak dağılımında ve ekonominin büyümesinde esas motor rolünü oynuyor. Fakat aynı zamanda çağdaş sosyal liberal sentezde devletin de çok önemli vazgeçilmez işlevleri var.
DEVLET YARIŞAN ÖZEL SEKTÖRÜN VARLIĞINI GARANTİYE ALMALI
Piyasayı düzenlemeli devlet, yarışma şartlarının eşit olmasını ve gerçekten tekellerin değil, yarışan bir özel sektörün varlığını garanti altına almalı. Piyasayı denetlemeli. Ve ayrıca ikinci çok önemli işlevi, piyasa adaletli bir gelir dağılımını kendiliğinden sağlayamıyor. Dolayısıyla devlet mutlaka sosyal adalet yönünde gelir dağılımını daha hakça bir yöne çevirmek için milli gelirin bir kısmını vergiyle alıp harcamasıyla dağıtmalı ve özellikle eğitim ve sağlık alanlarında fırsat eşitliğini ancak ve ancak devlet sağlayabilir. Dolayısıyla her ne kadar pisaya ekonomisi modeli 20nci asrın ikinci yarısında başarılı olduysa da bu başarı sosyal boyutlu devletin de etkin bir rol oynamasıyla birlikte olmuştur.
Piyasayı ve devleti birbirine karşı birbiriyle çelişen kurumlar olarak değil tam tersine birbirini tamamlayan, karşılıklı birbirine güven veren, güç veren kurumlar olarak görmek lazım. Sosyal liberal sentez sanıyorum bu görüşe dayanıyor. Aslında belki de işin ikinci bir boyutunu vurgulamakta yarar var. 20nci yüzyılın tarihine baktığımız zaman bu tarih her şeyden önce özgürlüğün zaferidir ve özgürlükçü insan modelinin zaferidir. İnsanlar nerde özgür oldularsa ve özgür biçimde geleceklerini, yaşamlarını tayin edebildilerse işte o toplumlar başarılı oldu.
ÖZGÜRLÜK KISILDIĞINDA TOTALİTER MODELLER ÇÖKTÜ
Özgürlük kısıldığı zamanlar, totaliter merkeziyetçi modellerin ister sağ çeşidi olsun, ister sol çeşidi olsun, sonunda iflas etmiştir, çökmüştür. İnsanların kendi mutluluğunu, çevrenin mutluluğunu, biraz önce söylediğimiz gibi şehirlerin mutluluğunu, ülkelerin mutluluğunu ama kişisel mutluluğu da gözardı etmeden özgürce aramak, bu konuda özgürce çaba sarfettikleri toplumlar eninde sonunda en güçlü toplumlar olmuştur. Allaha şükür burda büyük Atatürkün çok büyük sanıyorum rolü vardır, ona büyük teşekkür borçluyuz. Türkiye bütün tehlikelere rağmen 20nci yüzyılda ne sağ totalitarizme ne sol totalitarizme geçit vermedi ve özgürlükçü modelini yavaş da olsa adım adım geliştirdi. Siz de özgürsünüz, size bir önerim; özgürlüğünüzü hiçbir zaman unutmayın. Aslında hiçbir şeye mecbur değilsiniz. Jean Paul Sarterin bir deyimiyle; özgürlüğe de hepimiz mahkumuz. Seçim yapmaya mecburuz. Tek mecburiyetimiz o.
Onun ötesinde hepimiz özgürüz, kendi hayatımızı, kendi mutluluğumuzu özgürce aramamız lazım. Başkasının ve çevremizin de özgürlüğüne tabi saygı göstererek. Özgürlük aslında toplumu da devleti de ülkeyi, ülkeyi de daha güçlü bir konuma getirir. Kişisel özgürlük hiçbir zaman devletin gücüyle, toplumun gücüyle çelişmez. Tersine kişisel özgürlüğe dayalı toplum modeli eninde sonunda en güçlü devletleri ortaya çıkartmıştır. Şimdi bu liberal sosyal sentezde, dünya sentezinde ki bu sentez artık Tokyoda, Brezilyada, Washingtonda, Moskovada, Ankarada..
Aslında her tarafta yerleşiyor. Fakat bu sentezin tam neresindeyiz, onu kısaca bir tartışmak istiyorum sizinle. Adım adım ilerledik bu senteze, 80li yıllarda, 90lı yıllarda artık eskisi kadar ideolojik katı tutumlar Türkiyede de yavaş yavaş kayboldu. Ve devletin ve piyasanın işlevi konusunda bugün artık siyasal partilere baktığımız zaman büyük bir fikir birliği gözüküyor. Eskisi gibi, 15 yıl öncesini tabi siz hatırlamıyorsunuz ama kitaplarda okuyorsunuz, katı ideolojik çatışmalar yok.
Partilere, belli başlı partilere baktığınız zaman iktidardakiler olsun, muhalefettekiler olsun, meclis dışındakiler olsun aslında sosyal liberal senteze çok büyük bir itirazı olan yok. Ancak bu sosyal liberal sentezi kurumlarda, davranışlarımızda henüz tam olarak yaşayamıyoruz. Bu konuda son 14-15 ayda büyük adımlar atıldı. Ve piyasa ekonomisinin daha özgürce ve siyasi baskılardan korunmuş biçimde işlemesi için ki bu siyasetle piyasanın ayrışması kavramı sosyal liberal modelin çok önemli bir boyutudur. Bu konuda çok önemli adımlar atıldı. Bugün Türkiye artık özerk, bağımsız, güçlü bir Merkez Bankasına sahip. Bu çok önemli. Ve ampirik araştırmalar şunu gösteriyor ki, herhangi kısa vadeli makro politikanın ötesinde enflasyonu uzun dönemde düşürmenin en önemli kaynağı, en önemli güç, enflasyon mücadelesine en önemli güç katan olgu Merkez Bankalarının mağımsız olmasıdır. Merkez Bankası bağımsız olmayınca seçim döneminde veya seçimden biraz önce her zaman iktidardaki partiler Merkez Bankasının kaynağını kullanarak geçici bir ferahlık yaratma eğilimine gidebilirler Türkiyede ve bütün dünyada. Ve bu gecikmeli olarak enflasyonu yeniden yükseltebilir. Bağımsız bir Merkez Bankası enflasyona karşı en önemli teminattır. Türkiye artık buna sahip.
BANKACILIK SİSTEMİ TEMİZLENDİ
Bankacılık sisteminde atılan adımlar, ayrıntılara girmiyorum, biliyorsunuz 2001 yılında yaşadığımız krizin en önemlilerinden bir tanesi düzensiz bankacılık sistemimizdi. Büyük ölçüde temizlendi. Kamu bankaları olsun, özel bankalar olsun bugün bağımsız, profesyonel bir kurum tarafından denetleniyor, düzenleniyor ve geçmişteki olumsuzluklara geri dönmemiz pek olası değil. Tarımdaki düzenlemeler... Çok önemli bir konu ve zor bir konu, bütün dünya için zor bir konu düğru tarım politikası ve bu konuda sanıyorum Türkiyede de uygulamada çok daha büyük ilerlemeler kaydetmeklazım. Fakat yeni tarımda oluşturulan sistemle kafi derecede talep olmayan ürünlerin stok olarak birikmesi devleti zarara uğratmaları artık ortadan kalkmıştır. Onun yerine iyi işlerse, tabi bunun altını çiziyorum, iyi işlemesi lazım uygulamada da. Üreticiye ve özellikle dar gelirli üreticiye doğrudan destek sistemi gelmiştir ve dolayısıyla piyasa hangi ürünün nerde üretileceğini belirleyecek, fakat dar gelirliye de devlet destek olabilecek. Altyapı sektörlerinde önemli düzenlemeler var, enerji sektöründe, ulaşımda.. Burda da yarışmaya dayanan özel sektörü üretime ve hizmet vermeye özendiren ama yarışmacı bir özel sektörü özendiren bir yasal altyapı gelişmiştir.
Burada THYnin örneğini birkaç kez verdim birkaç konuşmamda. Bakın, THY bütün dünyada havayolları şirketlerinin zarar ettiği çok zor bir dönem yaşadığı 2001 yılında kâr edebildi. Bu ulusal kuruluşumuz bu başarıyı gösterebildi. Ve burda sanıyorum Nisan ayında Meclisin kabul ettiği yeni sivil havacılık yasasının da bir katkısı olmuştur. Tabi çalışanların özverisi ve iyi yönetimin de büyük katkısı olmuştur. Bütün bunlar Türkiyede gerçekleşti ve sosyal liberal sentez modeli artık yasal çerçevemizi ve ekonominin işleyişini belirlemek üzere Türkiyenin temel ekonomik altyapısını oluşturmaktadır. Tabi buna karşı bazı dirençler olmuştur. Hala devam etmektedir. Ve zaman zaman ilginç durumlarla da karşı karşıya kaldık. Her zaman hatırlıyorum, hiçbir zaman unutamayacağım onu, özellikle Sayın Hüsamettin Özkanla ciddi bir çalışma sonucunda ortaya çıkardığımız sivil havacılık yasasındaki değişiklikler Meclise gittiğinde geç vakit evdeydim, televizyonu seyrediyordum ve asıl bu sektörden sorumlu bakan, bu kendi yani Meclise sunduğu kendi yasasına karşı çıktı gece yarısı. Tabi böyle olumsuzlukları da yaşadık. Ancak Meclisin, milletvekillerin büyük desteğiyle de 21 tane çok önemli yapısal, Türkiyenin ekonomik yapısını değiştiren yasa Meclisten geçmiştir ve artık bugün yürürlüktedir ve dolayısıyla geçmiş olumsuzluklara yol açan, özellikle yüksek enflasyon ve yüksek borçlanma politikasına yol açan çarkın yeniden dönmeye başlaması çok zor Türkiyede. Bunu bir kriz yılında Türkiyenin başarması aslında çok güzel bir şey. Ama hayatta da oluyor bu, kişisel hayatlarda da oluyor biliyorsunuz. Bazen bir hastalık, bir kriz insanın toparlanmasına ve normal yaşamda pek karar veremediği kararları almasında ve bunları uygulamasında yardımcı oluyor. Onun için çok endişeli değilim artık.
ŞUBAT KRİZİ UZAK İHTİMAL
Yani günlük olaylara girmek istemiyorum ama bir tartışma olabilir, politikada inişli çıkışlı günler yaşayabiliriz. Fakat temel ekonomik yapı oturduğu için ve toplum da tabi çok sağlam bir toplum olduğu için artık yeniden bir Şubat krizi yaşaması Türkiyenin çok uzak bir ihtimal. Politika tabiki toplumun uzun vadeli hedeflerine yön verecek ve toplumun gelişmesini, ülkemizin gelişmesini belirleyecek. Ama bir taraftan da ekonomi, ekonomik mekanizma, özel girişim, yatırım, ekonominin büyümesini, işleyişini sağlayacak ve siyaset bu işleyişi bir ölçünün ötesinde etkilememeli ve bence etkilemeyecektir. Bu bağışıklığı kazandık ve bu bağışıklığı kazanmamız çok önemli bir güç kaynağını teşkil ediyor. Peki konuşmamın başına döndüğümde o zaman şu soru akla geliyor, Fukuyamanın sorusu; tarih bitti mi? Yani bu sosyal liberal sentez bütün sorunları kavram düzeyinde hiç değilse uygulamada zaten sorunlar her zaman devam eder ama kavram düzeyinde bu sosyal liberal sentez tarihi bitiriyor mu? Yani herkes aşağı yukarı aynı fikirde, aynı toplumsal model içinde yaşamaya çalışmaya devam edecek mi? Bence değil. Bir bakıma ne yazık ki değil diyeceğim, çünkü bir bakıma bir modelde birleşmek barışı kolaylaştırıyor. Ama biraz da hayatın ilginçliği bakımından da tarihin bitmemesi belki de daha iyi. Tarih bitmedi, tarih devam ediyor ama farklı biçimde devam ediyor. Bunun da nedeni küreselleşme olgusu. Sosyal liberal sentezin önüne yeni büyük sorularla ve sorunlarla küreselleşme geliyor. Son 10 yıllarda dış ticaretin hem hacmi hem niteliği çok ciddi biçimde değişti. Bugün artık dış ticarete konu olan hizmet ve ürünlerin yüzde 40ı şirketler tarafından şirketlerin kendi bünyesinde satılıyor.
GLOBALLEŞME
Yani eskisi gibi ülkeler arası dış ticaret değil, aslında büyük uluslararası şirketlerin düzenlediği bir dış ticaretle karşı karşıyayız. Dış ticaret hacminin dünya milli gelirine oranı son 40 yılda 2 ile çarpıldı, 2yle katlandı. Finans piyasalarını hepimiz yaşıyoruz. Bugün Brezilyadaki bir yatırımcı Türkiyedeki hazine bonolarıyla oynayabiliyor. Türkiyedeki bir yatırımcı New York borsasına girip çıkabiliyor. Bir günlük döviz işlemleri 2 trilyon dolara yaklaşmış durumda, bir günde dünya çapında. Ve bu finans piyasaları çok oynak, her an kriz çıkartabilen, hem büyük olanaklar sağlayan ama aynı zamanda da büyük tehlike arzeden bir mekanizma olarak karşımızda duruyor. Bakın son 15 yılda krize girmemiş, ortak boyutlu sanayileşen ülke yok gibi. Kore, Brezilya gibi aslında ekonomik gelişmeler açısından çok başarılı ülkeler de çok ciddi krize girdiler. Ve bu krize girmelerinde dünya para piyasalarının işleyişi ve aşırı oynaklığı önemli bir neden teşkil etmiştir. Fakat sadece ekonomik konulara bakmayalım. Çevre sorunu, iklim değişiklikleri, dünyanın ısınması...
Bunlar hepimizin önünde, sizlerin özellikle gençlerin önünde önemli sorunlar ve dünya çapında sorunlar.. Hastalıklar.. Bugün bazı Afrika ülkelerinde biliyorsunuz nüfusun yüzde 30u 35i AİDSe yakalanmış durumda. Bu ne olacak? Bu insanlar ölecek mi? Aslında ilaç var, yani yüzde 100 başarılı olmasa bile tedavi mümkün. Ama tedavinin maliyetini kim ödeyecek? Yarın AİDSten daha bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa bunu kim yönetecek, bunun kontrolünü dünyada kim yapacak? Terör, 11 Eylülde gördük, tabi Türkiye de bunun malesef yıllarca acısını çekti. Fakat 11 Eylül bence çok ilginç, çok felaket bir olay. Ama aynı zamanda çok öğretici bir olay. Afganistan neresi Manhattan neresi.. New Yorkta Afganistana hayatında uğramayan insanlar birden bire Afganistandaki bir boşluktan yararlanan, bir yönetimsizlikten yararlanan teröristlerin darbesine uğradı ve birden bire New York ve Afganistanın aslınad aynı küreselleşen dünyanın birer parçası olduğu hepimizin önünde daha açıkça görüldü. Kosovayı hatırlayalım birkaç yıl önce, Müslüman bir halk katliamla karşı karşıya, Amerika sonunda müdahale ediyor ve katliam duruyor. Tarihi bağlarımız, yakınlığımız olduğu için buna sevindik, bence gerekliydi.. Ancak Amerika bunu hangi hakla yaptı, hangi uluslararası yasaya göre yaptı? Hangi meşruiyete dayanarak başka bir yere müdahale etti?
Yanlış anlamayın, bence iyi yaptı, iyi müdahele etti. Ama yarın başka bir yere müdahale ederse belki bizim hoşumuza gitmeyecek. Hangi hakla yapıyor diye haklı bir soru yönelteceğiz. Dolayısıyla istesek de istemesek de küreselleşen bir dünyada yaşıyoruz.
OYAK RENAULT ÖRNEĞİ
Bakın dün Bursadaydım, bir ekonomik örnek daha vereyim, hoşuma gitti. Oyak Reno fabrikasını gezdim ve Oyak Reno fabrikasındaki müdürle piyasayı ihracatı tartıştım. Bana şey dedi, en önemli sorunlarımızdan bir tanesi Meksikaya ihracat yapamıyoruz Bursadan. Aslında düşündüğünüzde çok ilginç bir şey, yani Bursada üretilecek araba ve adamlar Meksikaya bu arabayı satmak istiyorlar. Dünyanın ne kadar küçüldüğünü ve Bursadan nasıl Güney Amerikaya kadar uzanabildiğimizi gösteren bir örnek. Ama bugün dünyada bu küreselleşme sürecinde ulusal düzeyde sosyal düzenleyici ve denetleyici işlevi gören bir mekanizma yok. Ulus devlet çapında belli bir sentez var ve ulus devletin işlevleri, görevleri konusunda bir fikir birliği oluştu, iyi kötü de uygulanıyor, daha da uygulanacak. Sanıyorum 10 yıl sonra siz iş hayatınızda aktifken artık eski ideolojik tartışmalar ulus devlet düzeyinde tamamen tarihe karışmış olacak.
Ama uluslararası düzeyde bu tartışmaların henüz başlangıcındayız. Birtakım örnekler var Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, İMF, Uluslararası Ticaret Örgütü, bunlar bir ölçüde ulus devletin ulusal düzeyde gördüğü bazı işlevleri denetleyici ve düzenleyici işlevleri uluslararası düzeyde yerine getirmeye çalışıyor. Ama meşruiyetleri çok tartışılıyor. Biliyorsunuz her uluslararası toplantıda gençler, tabi belki bazı uç görüşler ama gene de baya destek gören gençler birtakım gösterilerde bulunuyor ve bu uluslararası örgütlere hangi meşruiyete dayanarak iş yaptıklarını, hangi meşruiyeti, hangi güçle hangi demokratik hakla dünyayı düzenlemeye çalıştıklarını soruyorum. Geçenlerde, bir örnek daha vereyim size, ve Türkiye açısından tabi çok önemli bu, çünkü Avrupayı tartışırken bence önümüzdeki önemli gündem maddesi bu, çok sevdiğim, çok saydığım, saygınlığı olan ve Türkiyeye sıcak bakan bir Avrupa devlet adamıyla görüşüyordum. Avrupayı görüşüyorduk, ekonomiyi görüşüyorduk. Bana şeyi sordu, peki dedi ama şimdi lütfen samimi olun. Türkiye Avrupaya girmek istiyor, peki birtakım ulusal egemenlik haklarından vazgeçecek mi hakikaten, siz buna hazır mısınız? Avrupa bir bütünleşme, bir birleşme süreci, Almanya, Fransa, İtalya, Yunanistan artık kendi paralarını iptal ettiler, şey yok oldu. Merkez Bankaları yok oluyor, ortak bir birlik içinde, bir egemenlik içinde bütünleşme süreci. Siz Türkiye olarak buna gerçekten hazır mısınız, bunu istiyor musunuz, bunda samimi misiniz diye sordu bana.
Ben de onun üzerine, biraz düşündüm ve dedim ki vallahi doğrudur, esasen çok doğru bir soru ama tabi sadece Türkiyeye sormak doğru değil. Polonyada şu anda bugünlerde Avrupaya karşı çok önemli bir akım var bu bütünleşmeye karşı, birçok ülkede böyle bir akım var. Malesef Hollandadaki olayı görüyoruz, bir suikastle bitti. Ama aşırı, Avrupaya karşı bir akımı temsil eden insanlar birçok Avrupa ülkesinde güç kazanıyor gibi. Dolayısıyla bu tartışma Avrupa bünyesinde de daha bitmedi. Fakat ben bu devlet adamına şöyle bir cevap verdim. Dedim ki, bakın Türkiyede tabi bu tartışma olacak. Sorunuz da haklı bir soru. Fakat bence dedim, Türkiye için bu soruya olumlu cevap vermek birçok başka ülkeye kıyasla daha kolay.
Evet, Atatürkten bu yana çağdaşlık yönünde ilerleyen, hatta Atatürkten de evvel, Osmanlı döneminde de çağdaşlık yönünde ilerleyen Türkiyenin mutlaka Avrupanın bir parçası olma isteği ulusun büyük taraftarından isteniyor. Herkes değil belki, Polonyada da herkes istemiyor, Fransada da biliyorsunuz Le Pen de Avrupadan çıkalım diyor, bu tabi herkes tarafından paylaşılmıyor. Ama dedim bizde büyük bir çoğunluk bunu istiyor ve aslında Türkiye için bu daha kolay olacak. Çünkü biz Avrupa içinde marjinal bir ülke olmayacağız, çok büyük güçlü önemli bir ülkeyiz. Ve dolayısıyla ben size şunu soruyorum; siz Avrupalı olarak Türkiyeyle Avrupa egemenliğini paylaşacak mısınız, çünkü biz bu egemenliğe ortak olmaya talibiz, Türkiye olarak, güçlü bir ülke olarak. Dolayısıyla soru sadece Türkiye egemenliğin bir kısmını uluslararası düzeye devredecek sorusu değil. Aynı zamanda Türkiye bu bölgede, başka boyutlarda da sorabiliriz bu ülkede, uluslararası düzeyde güçlü bir üye olacak mı ve bu uluslararası düzeyde yavaş yavaş kurulan yönetişim modellerinde Türkiyenin yeri olacak mı, siz buna hazır mısınız, siz bizim gücümüzü kabul ediyor musunuz? Güzel bir tartışma oldu, güldü ve çok da net bir cevap vermedi esasen ama tabi Avrupalılar için de bu çok önemli bir soru. Dolayısıyla benim tahminim, önümüzdeki 20 yıl süresi içinde, yani sizlerin aktif hayata atıldığınız ve aktif hayatta önemli yerlere geldiğimiz günlerde eski o klasik sağ-sol tartışması olmayacak.
HAKÇA GELİR DAĞILIMI
Ulusal düzeyde sosyal liberal sentez yerli yerine oturmuş olacak. Ancak uluslararası düzeyde hakça rekabeti, hakça gelir dağılımını, uluslararası piyasanın hakça ve herkesin lehine işleyecek biçimde nasıl işleyeceğini, hangi kurumlarla bunun sağlanacağını tartışması ideolojik kavram düzeyindeki tartışmanın temelini teşkil edecek ve bu tartışma kolay bir tartışma değil. Hiçbirimiz için kolay bir tartışma değil ve bu bizi, dünyayı nereye götürecek şimdiden kestirmek biraz zor. Ancak Türkiye olarak ve sizler Türk olarak bu tartışmada çok önemli bir rol oynayabilirsiniz. Çünkü Türkiyenin hakikaten kendine özgü bir yeri, bir rolü var bu tartışmada. Türkiye hem Avrupalı ve sanıyorum Avrupalı olacak, hem Müslüman, hem Orta Asyayla bağı var, hem Amerikayla çok yakın bir ilişkisi var, bir dostluğu var. Dolayısıyla bu küreselleşen dünyada Türkiye güçlü olursa ve özellikle ekonomik açıdan muhtaç olmazsa, kendi kaynaklarına dayanabilirse bu uluslararası yönetişimin inşaasında çok çok önemli bir rol oynayacaktır. 21inci yüzyılın ideolojik tartışması bence bu düzeyde gerçekleşecek ve bugün bile Türkiyede Avrupayla ilgili tartışmalarda, yönetişimle ilgili tartışmalarda hep bunun belirtilerini görüyoruz. Bakın bir örnek daha vereyim size. Yüzbinlerce Müslüman Boşnakın katliamına yol açan Miloseviç, kendi ülkesinde değil Laheydeki uluslararası mahkemede yargılanıyor.
Bu küreselleşmenin başka bir boyutu. Bütün bu boyutları gözönünde tuttuğumuz zaman sorunların büyük olduğu ve her şeyden önce burda bir meşruiyet arayışı olduğunu görmemiz lazım. Çünkü uluslararası düzen sadece güçlülerin veya zenginlerin ağırlığına dayanırsa meşruiyet kazanamaz. Uluslararası düzeyde de ulusal düzeyde olduğu gibi demokratik mekanizmaların, adaletin, sosyal adaletin ve temsil mekanizmalarının işleyebilir biçimde oluşması lazım. Bunlar belki günlük hayatımızdan biraz uzak, fakat bugün günlük hayata değinmek istemedim, belki sorularda gelebiliriz. Bitirmeden önce iki cümleyi okumak istiyorum size.. İnsanın ruhu kandil, bilim onun aydınlığı ve tanrısal bilgelik de kandilin yağı gibidir, bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana diri denilir, İbn-i Sina. Soru da bilgiden doğar cevap da, Mevlana. Evet, hayatınız boyunca bilginiz artacak, ancak bilginiz arttıkça da yeni yeni sorularınız olacak. Özgürce gerçeği aramaya devam ederseniz 80 yaşında da genç olacaksınız.. Çok teşekkürler....
SORULAR
Evet, şimdi soruları okuyacağım, ondan sonra çok kısa düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım.
Uygulanan ekonomik politikada özellikle bizi çok ilgilendiren eğitimin payı nedir? Ekonomik olarak gereken pay ve önem eğitime ayrılıyor mu? Mersin Üniversitesinden soru..
Evet, eğitim gerçekten önemli ve ben özgürlüğün altını çizdim ama tabi özgürlükle birlikte eğitilmiş insan faktörü kalkınmanın temel aracı. Çok basit, çok aramaya gerek yok. Bakın, yatırım oranı milli gelire kıyasla yüzde 40 olan ülkeler olmuş. Hem az gelişmiş hem Sovyet sisteminde. Fakat bu ülkelerin milli gelirlerinin yüzde 40ını yatırıma ayırmalarına rağmen 30 yıl, 40 yıl sonraki milli gelirleri Amerikanın veya Japonyanın 10da 1i bile değil ki Amerika ve Japonya milli gelirin ancak yüzde 20sini, yüzde 25ini yatırıma ayırmış ülkeler. Burda size bir hikaye anlatmak istiyorum. Robert Solo Nobel Ödülünü kazanmış bir Amerikan iktisatçısı. 1956 yılında bir makale yazıyor, o zaman tabi Nobel Ödülünü almamıştı daha. Diyor ki, bakın Rusya milli gelirin yüzde 40ını yatırıma ayırdığı için bizim Rusyayla uzun dönemde yarışmamız mümkün değil. Çünkü bu kadarlık yüksek bir yatırım oranını ancak bir dikta rejiminde yaratabilirsiniz. İnsanlar özgürce milli gelirin yüzde 40ını tasarruf etmez. Dolayısıyla Rusya Amerikayı ekonomik yaşamda geçmeye mahkumdur, yani biz mahkumuz yenilmeye Rusyaya, böyle ciddi bir sorunumuz var ne yapacağız diye bir makalesi oldu. Ve sonunda diyor ki işte yani ben buna pek çözüm bulamıyorum ama hani onlar bizden zengin olsalar da ben gene demokratik bir ülkede yaşamayı tercih ederim gibi bir sonucu var. Tabi bu 56da yazılmış bir makale.
Ne kadar haksız olduğu ortaya çıktı. Amerika çok daha düşük bir gelir payını yatırıma ayırarak Rusyayı tabi çok çok geçti. Fakat burda bir şeyi vurgulamak istiyorum, eğitim çok önemli ve eğitime ayrılan kaynaklar da çok önemli. Fakat eğitimin niteliği ve türü de çok önemli. Eğitimde özgür düşünceyi desteklemeyen, insanların sorunlara özgürce ve esnek biçimde çözüm arayan bir nitelik olmazsa eğitimde, o eğitime de çok kaynak ayırabilirsiniz ama gene de istediğiniz başarıyı elde edemezsiniz. Dolayısıyla sadece kaynak değil aynı zamanda eğitimin kalitesi ve toplumun özgürlüğü neticede çok önemli diye düşünüyorum. Tabi burda yeni internet ortamının yarattığı olanaklar ayrıca bu işi kolaylaştırıyor.
95 yılının içinde olduğumuz Gümrük Birliğinden ekonomik olarak bildiğimiz kadarıyla yıllık 10 milyar dolar gümrük uygulamaları ve ithalat ihracat ilişkilerinde kaybımız var. Bunu karşılayacak kazancımız oldu mu?
AB MÜZAKERELERİNDE YAPILAN HATA
Bakın, otomotiv sanayi, bilmem hatırlar mısınız, 94-95 yıllarında biz Avrupa Birliğine, Gümrük Birliğine girersek perişan olacağız diye bir kampanya yürütüyordu Türkiyede. Dayanamayacağız, çökeceğiz, ithalata karşı savaşamayacağız.. Bugün serbest ticaret var Avrupa Birliğiyle, otomotiv sanayi Türkiyenin en güçlü sanayi dalı. Bugün en fazla ihracat yapabilen, en verimli çalışan bir sanayi dalı. Hem Toyotada hem Renoda, Oyak Renoda hem Tofaşta bana söyledikleri, Türkiyedeki emeğin ve üretimdeki kalitenin düzeyi Japonya, Almanya ve Amerikaya eşit. Dolayısıyla bakın bazı sektörler tam tersine yarışma ortamına girince etkinliklerini, verimliliklerini artırıp başarılı olabildiler. Fakat Avrupa Birliği müzakerelerinde sanıyorum bir hata yapıldı, ona katılıyorum. O da şu; üçüncü ülkelere biz Avrupa Birliği gümrüğünü uyguluyoruz, onlar ise bize istedikleri gümrüğü uyguluyor.
Burda bir hata var, bir noksan var. Gene dünkü Meksika örneğine geliyorum, biz Meksikaya Avrupa gümrüğünü uygulamak mecburiyetindeyiz, halbuki Meksika bize kendi istediği gümrüğü uygulayabiliyor. Dolayısıyla bu yani dış ticaret açısından bunu nasıl düzeltiriz, o konuda hakitan ciddi bir sorun var. Ama temelde yarışma ortamını sağlayan Avrupa Birliğinin bize ekonomik açıdan uzun ve orta dönemde yararı olacağına inanıyorum. Tabi kısa vadede bazı uyum zorlukları olabilir ve malesef yapısal yardımları da yeterli ölçüde alamadık. Bizler geleceğimizi daha doğru, arkamızdan gelen yeni neslin geleceğini yaratmak için burdayız. Hedefimiz gençliğin demokratik, siyasi, ekonomik ve sosyal katılımcılığını artırmaktır. Fakat katılımcılığımızı engelleyen bazı unsurlar var. Bunlardan biri de hala bilgi toplumuna, bilgi ekonomisine geçememiz olmasıdır. Küreselleşen dünyada bilişim teknolojisi Türkiyede çok fazla yayılmamıştır.
SİVİL İNİSİYATİF EKSİKLİĞİ
Bu konuda neler yapılıyor ya da yapılabilir? Ayrıca gençler her ne kadar devletle işbirliğinden yana olsalar da inisiyatifin sivil toplumda, sivil kuruluşlarında olması gençlerin ortak görüşüdür. Sivil inisiyatif eksikliği ülkemizde gençlerin önünü kesen en önemli unsurdur. Bu unsuru yok edebilmek için nasıl bir çaba gösterilmelidir? Sinop Eğitim Fakültesi, Aslıhan Akayın sorusu..
Bir soru daha ekleyeyim buna, Türkiyenin kalkınmasında gençliğe düşen görevler nelerdir? Aslında bu sivil toplum mesajı çok önemli ve zaten siz de hepiniz yani bu mesajı veriyorsunuz. Devlet çok önemli fakat devletin önemini, siyasetin önemini, yani klasik siyasetin önemini de çok fazla abartmayın. Sivil toplum olarak yapılacak çok şeyler var ve yapılıyor da. Birçok sivil toplum örgütü dünyada veya Türkiyede devletin yapamadığı, devletin erişemediği yerlere erişebiliyor.
Dolayısıyla sivil topluma, yani sivil toplum demokrasinin meclis kadar önemli bir parçasıdır. Ve dolayısıyla özellikle bu yüzden aranızda bulunmaktan gerçekten mutluluk duyuyorum. İletişim teknolojisi de buna çok yardımcı oluyor. Yani eskiden belki bu mümkün değildi, siz bu kadar bir araya gelemezdiniz. Trabzonda, Mersinde, İstanbulda yaşayan arkadaşlar bu ortaklığı kuramazdı. Fakat tebrik ediyorum, gerçekten iletişim teknolojisini de kullanarak bu gücü kurabildiniz, bu iletişimi kurabildiniz ve sanıyorum her geen yıl çok daha güçleneceksiniz ve sizin gibi diğer örgütler çeşitli hayatın çeşitli gayelerine yönelik sanat olabilir, spor olabilir, birçok konuda sivil toplum gelişecektir ve Türk demokrasisini güçlendirecektir ve derinleştirecektir. Ama o bakımdan tabi hala bilgisayarı olmayan okul sayısının Türkiyede bu kadar yüksek olması ve devletin buna gereken önceliği vermemesi de bir sorun teşkil ediyor.
Türkiyeye geldikten sonra keşke hiç bu işe bulaşmasaydım dediğiniz an oldu mu? Bu süreçte sizi en çok zorda bırakan olayı ve bu sorunu nasıl aştığınızı anlatır mısınız? Çukurova Üniversitesi, Osman Yamar.
Bu zor bir soru. Yani şimdi cevap vereyim mi vermeyeyim mi diye de düşünüyorum. Ama şeffaf olmaya söz verdik. Sanıyorum en fazla bunaldığım am bu meşhur Temmuz başındaki Telekom kriziydi.
Çünkü kamuoyuna anlatmakta biraz zorluk çektim. Ve birçok insan, yani tamam program uygulanıyor, kanunlar Meclisten geçiyor. Bir sürü önemli işler yapılıyor, zor bir bütçe onay gördü, kamu maliyesinde çok önemli işler yapıldı. Ondan sonra Telekom şirketini, tabi önemli bir şirket, yönetim kurulunda bir sorun çıktı. Ve birçok arkadaşım, yakınım bana dediler ki, şimdi bu kadar önemli işler var, bir Telekom yönetim kurulunu niye mesele ediniyoruz. Gazetelerde yazılar oldu, hatta daha da beni fazla üzen şeyler oldu, yani İMF ne oluyor, bizim Telekom şirketimizin yönetim kuruluna nasıl karışıyor ve bir an için hani sanki dışardan bir dayatmayı yani isteyen veya bu dayatmaya araç olan kişi durumuna düştüm gibi kısmen. Bu tabi beni çok üzdü. Fakat bakın, burda önemli bir olay var. Ve diğer kurullarda da çok önemli bu. Şimdi yasaları Meclisten geçirebiliyorsunuz ve yasada diyor ki, işte bu kurumlar veya kurullar profesyonel yönetilecek. Günlük siyasete bulaşmayacak, o kurumun yarışma gücünü, ekonomik gücünü gözetleyecek, ona göre hareket edecek. Yani düzen o şekilde değişiyor, kamu bankalarındaki durum bu, BDDKdaki durum bu.. Şimdi bu kurulların başına veya içine sadece siyasal bağlantısı yüzünden insanlar gelirse bu insanlar bu kurullardaki işlevlerini yerine getirecek ehliyete, deneyime sahip değilse o zaman bu yasalar ne işe yaradı? Hatta daha da tehlikeli, tamamen bağımsız bir kurul, tamamen siyasi bir şekilde yönetilebilir o zaman.
Dolayısıyla hani ya kişilere önem vermeyelim, bu atamalara kimse karışmasına nlayışı aslında yeni modelin işlemesine çok büyük bir engel teşkil edebilir. Size bir örnek vereyim.. Vural Bey ayrıldı, kamu bankalarının başına Safa Bey geldi. Çok da memnunum, çok zor ikna ettim, günlerce sürdü ama sonunda kabul etti bu görevi. Şimdi ben arada bir, bir iki kere ondan bir şey rica ettim, ya acaba buna bir bakabilir misiniz, orda bir sorun var. Acaba şöyel de yapılabilir mi diye.. Beni geri aradı. Hayır dedi Kemal Bey, böyle yapılamaz. Şu nedenlerle biz bu şekilde yapacağız, sizin yani düşünceniz bu konuda yanlış. Peki dedim Safa Bey, siz bildiğinizi yapın. Ben sadece bir daha bir düşünün, bir bakın diye sordum ama sakın kendi düşüncenizin dışına sapmayın, banka için, Ziraat Bankası ve Halk Bankası için doğru olanı yapın. Şimdi bu anlayışın hakikaten yerleşmesi lazım. Ve dolayısıyla bu olayı hani yabancılar bize dayatıyor, içişlerimize karışıyor, mikro işlerle uğraşıyor şeklinde eleştirildiğim zaman gerçekten üzüldüm. Tabi bir bakıma kamuoyuna da yani bunu anlatmak da çok kolay değil. Fakat diğer taraftan da hakikaten yeni düzenin işlemesi için kurulların bağımsız, özerk ve profesyonel bir şekilde işlemesi son derece önemli. Ve bu belki de bu çok zor bir olaydı. Bazen yeniden bu tür olaylar oluyor. Ve en çok belki üzüldüğüm zamanlar bu oluyor.
Dış ticarette denge sağlamak için niçin her dönemde devalüasyon yönetimine başvurulmaktadır? Ulusal paranın değerini düşürmeden daha farklı politikalarla maliyetler düşürme, kaliteyi artırma bu denge sağlanamaz mı? Ülkemizde yaşanan ekonomik kriz nedeniyle reel sökter yatırımlarının durduğu bir ortamda işten çıkarılan binlerce çalışan yanında üniversite mezunu binlerce öğrencinin istihdam problemini nasıl çözmeyi umuyorsunuz? Çukurova Üniversitesi, İşletme Master, Yüksel Avcıların sorusu
Şimdi aslında tabi bu çok yani şimdi ekonomi dersi, bir saatlik bir cevap, çok önemli bir soru ve çok kolay da değil buna cevap vermek tabi. Fakat şunu vurgulayayım. Yapay bir şekilde kuru fikslemek aslında birçok yerde gerçekten çok büyük bir felakete yol açtı Türkiyede, Brezilyada, Arjantindeki durumu görüyorsunuz, daha da kötü. Dolayısıyla kurun hele hele enflasyonunuz düna enflasyonunun çok üstündeyken kuru serbest bırakmak dışında çok da fazla bir seçenek yok. Ama bu şu anlama gelmez; yani işte yarışmak için kuru düşürelim, kolay ihracat yapmak için ücretimizi düşürelim dolar bazında, o şekilde ihracat yapalım ve o şekilde kalkınalım anlamına gelmez. Elbetteki kalkınmanın esas yolu para değerini düşürüp ucuz mal satmak değil verimliliği artırıp kaliteyi artırıp iyi mal satmaktan geçiyor. Ve bu sanayileri gezdiğim zaman Türkiyede, çok ilginç bir şey görüyorum, aslında en başarılı olan fabrikalar, tesisler bilime dayanan tesisler. Birkaç kere sordum, bu zor ortamda nasıl bu kadar ihracat yapabiliyorsunuz.
Ve cevap şu oldu ve çok sevindirici bir cevap; burdaki emeğin, Türk emeğinin kalitesi, disiplini, gençliği bize bu yarışma gücünü sağlıyor, kurdan falan çok daha önemli, yani kur da önemli ama esas önemli bilimi kullanabiliyor, teknolojiyi kullanabiliyor, emekle bütünleştirebiliyor ve dünya piyasasına sunabiliyor. Dolayısıyla soru soran arkadaşın gerçekten haklı bir tarafı var. Yani sürekli devalüasyonla işten çıkmak mümkün değil. Esnek kur rejimi ama verimli kaliteye dayalı bir kalkınma modeli.
Kriz bitti ve reel sektör canlanıyor diye açıklamalarınız oldu. Oysa birçok reel sektör temsilcisi bunun pekala öyle olmadığını vurguluyorlar. Bu konuda bize sunacağınız somut bulgular nelerdir?
Şimdi kriz bitti dediğimiz zaman ki bunu 1.5 ay falan önce söylemiştim, makro ekonomik dengelerin yerine oturduğu, paniğin artık yaşanmadığı bir finans pisalarında olduğumuzu vurguladım ayrıca tabi yabancı yatırımcılara da bu mesajı vermek çok önemli.
EKİMDEN İTİRABER GÜVEN GELDİ
Ve gerçekten baktığınız zaman Ekimden itibaren para piyasalarında, faizlerde, kurda güvenin yavaş yavaş geri geldiğini gördük. Bakın Mart-Nisan aylarında gerçekten çok ciddi bir tehlike karşısındaydık. Mayısta biraz düzeldi, Temmuzda yeniden bozuldu. Ağustosta biraz düzeldi, 11 Eylülde yeniden bir darbe yedik, çünkü ne olacak, turizm ne olacak, para piyasaları ne olacak korkusunu yaşadık. Ama ondan sonra Ekim-Kasımdan itibaren daha istikrarlı bir biçimde düzelmeye yöneldik ve tabi bu güvenin geri gelmesi her şeyden önce Türk lirasına bir miktar güvenin geri gelmesi şeklinde yaşandı. Birinci aşamada yani Mayıstan sonraki dönemde Türkiye borçlarını ödeyebilecek, burda bir sorun yaşamayacağız. Maaşlarımızı da borçlarımızı da ödeyebileceğiz mesajını vermek gerekiyordu ve bu mesajı yavaş yavaş yazın verebildik. Sürekli ya bu Türkiye acaba iflas mı edecek korkusu kayboldu. Bundan sonra ikinci aşamada paraya güven geri geldi, Türk lirasına güven geri geldi ve Türk lirası değer kazanmaya başladı. Ve bu tabi hem içerdeki yatırımcının hem dışardaki yatırımcının beklentilerini yansıttı. Sonra faizler ve enflasyon birlikte düşmeye başladı. Bugün enflasyon açısından sevinilecek bir durumdayız. Son 15 yılın en düşük enflasyonunu yaşıyoruz şu anda, hala çok yüksek, yani ayda yüzde 2ye seviniyoruz veya yüzde 1.5e, bazı ülkeler, çoğu ülkeler biliyorsunuz zaten yıllık yüzde 2de.
TALEP CANLANIYOR
Dolayısıyla enflasyonu yendik anlamına gelmiyor ama son 15 yıldaki en düşük enflasyonu yaşıyor şu anda Türkiye ve bununla birlikte tabi faizler de düşüyor. Faizler düşünce de yavaş yavaş talep canlanıyor, tüketim talebi canlanıyor, üretim artıyor ve gördük, Mart ayındaki rakamlar, tabi bayram olayı da var, onun için düzeltmek lazım. Ama mevsimsel olarak arındırılarak ilk 3 ayı aldığımız zaman 2001 yılının son 3 ayına kıyasladığımız zaman yüzde 10 kadar bir üretim artışı var. Nisanda bu artış devam ediyor. Birçok ön göstergeler Nisanda da üretim artışının çok ciddi biçimde devam ettiğini görüyoruz. Sanıyorum Nisan-Mayıs aylarında da olumlu gelişme görülecek. Dolayısıyla 2001deki bu ağır darbenin maliyetini, kayıplarını yavaş yavaş telefi etmeye başladık. Şimdi ekonomik politikanın önündeki önemli hedef bu büyümeyi bu sefer sağlam adımlarla gerçekleştirmek. Yani yapay bir talep baskısı yaratarak, enflasyonist bir yeniden yola saparak bu büyümeyi hızlandırıp ama ondan sonraki çöküşü de bu hızlanmayla birlikte hazırlamayalım. 94ten sonra öyle oldu. Reel faiz hiç düşmedi, yüzde 30ların üstünde kaldı. Ve tabiki yüzde 30 faize, reel faize yani enflasyondaki faize kimse dayanamaz.
TÜRKİYENİN HEDEFİ BÜYÜMEYE BAŞLADI
Dolayısıyla Türkiyenin önündeki bugünkü hedef büyüme başladı, kendi dinamiğine dayanarak başladı, faizlerin de düşmesiyle talebi kışkırtmadan sıkı maliye politikası ve sıkı para politikasına devam ederek hem enflasyonun düşmesi hem de büyümenin adım adım hızlanması. Bence bu yıl 2002 yılında yüzde 35lik bir enflasyon ve yüzde 3lük bir büyüme son derece olası. Ve bu iki hedefin de bir arada tutması bence Türkiyeyi çok sevindirebilir. Şu anda biraz aşırı bir iyimserlik seziyorum bazı iktisatçı arkadaşlarımızda. Yani 2 ay önce ya bu büyüme yüzde 2nin üstüne çıkmaz diyenler vardı.
Ya yüzde 4 olacak galiba diyenler var. Enflasyonda yüzde 55in katiyen altına inemeyiz diyenler birden bire ya bu enflasyon galiba yüzde 25 de olabilir, çünkü yazın çok düşük olacak, sıfıra yakın bir enflasyon görülebilir yazın. Ama bence dalgalanmalar olacak, çok doğrusal bir iyileşmeyi de beklememiz lazım, temkinli devam edersek bence yüzde 35e yakın bir enflasyon ve yüzde 3e yakın bir büyümenin gerçekleşmesi son derece mümkün ve çok da iyi olur. Ondan sonra gelecek yıl bu temel üstünde ve enflasyonun giderek indiği bir ortamda ve dolayısıyla faizlerin de giderek indiği bir ortamda çok daha güzel bir neticeyi de elde etmek mümkün. Yani yüzde 5-6lık bir büyüme ve inşallah yüzde 20nin de altına inen bir enflasyon. Zaten Türkiyenin sosyal sorunlarının ve bazılarınızın yani istihdam sorununu çok önemli vurguladınız, sizin için de önemli bir sorun, nerde çalışacağım, nasıl çalışacağım, hangi imkanlarla çalışacağım. Bu sorunun çözülmesi için tabiki Türkiyenin en az yüzde 6, benim tahminim yüzde 7 de mümkün ama yüzde 6yla 7 arasında ortalama bir hızla 10 yıl için büyümesi lazım ve krize uğramadan büyümesi lazım. Yani 2 yıl yüzde 7 ondan sonra eksi 6 olmayacak. Yüzde 6-7yle büyümeye devam etmesi lazım.
KRİZE BAĞIŞIKLIK KAZANILDI
Şimdi zaman ilerliyor, bütün diğer sorulara pek cevap veremeyeceğim. Bence Türkiye krize karşı büyük bir bağışıklık kazanmış durumda. Bir kere esnek kur, yani esnek kur bu konuda çok önemli. Esnek kur rejiminde olmayan ülkelerde ani kriz yaşamak zor. Kur bir şekilde bir sinyal veriyor ve daha da kötü bir duruma gelmemizi engelliyor. Hiçbir kriz olmaz diye size tabiki söz veremem, yani çok kötü politikalar uygulanırsa, çok kötü bir ortama gelinirse veya dışsal etkenlerle dünyada çok büyük bir sorun olursa tabiki bize de yansıyabilir. Fakat benim son olarak vurgulamak istediğim, burdaki soruların bir kısmında da var, sizin de sorunuzda var.. Artık hep eskiyi düşünmememiz lazım, yeni yapı oldukça güçlü bir yapı. Bakın dünü bile, yani dünkü olayları bile izlediğimiz zaman birtakım tartışmalar oldu, malesef Sayın Başbakanımız bir rahatsızlık geçirdi, şu anda iyileşmiş durumda, geri dönecek ama rahatsızlığı anında bir endişe oldu, işte seçim tartışıldı, şu oldu bu oldu... Birtakım sert tartışmalar bile olunca ne oldu, kur birazcık oynadı, faizler birazcık oynadı. Fakat bir panik olmadı. Yani bu yeni ekonomik yapının çok önemli bir amacı, ekonomiyi, ekonomik yaşamı hatta sivil toplumu siyasi kriz ve çalkantılara karşı bir ölçüde korumak, yani bir bağışıklığın gerçekten oluşması. Bu çok önemli.
Eğer bir ülkede herhangi bir siyasi olay ki demokraside her zaman olabilir, dünyaya baktığımız zaman da birçok olumsuz şey olabilir, eğer bu olumsuzluklar bütün ekonomiyi alt üst edecekse bu kadar fedakarlığı, fedakarlığın sonucunu yok edecekse o zaman bütün bu programın, bütün bu yapılanların yani değeri çok fazla değil. Dolayısıyla öyle bir yapı oluşturmamız lazım ki ve bu yapının bir kısmını oluşturdu Türk toplumu. Öyle bir yapı oluşturmamız lazım ki siyaset siyaset olmalı, ekonomi de ekonomi olmalı.
EKONOMİNİN BAĞIMSIZLIĞI
Yani siyasi olaylarla ekonomiyi her an kendini tehlikede, kendini uçurumun kenarında hissetmemeli. Merkez Bankasının bağımsızlığı, Banka Düzenleme ve Denetleme Kurulunun profesyonelliği ve bağımsızlığı, kamu bankalarının iyi işlemesi ve bağımsız işlemesi, enerji piyasasını düzenleyen kurul, bütün bunlar ekonomiye bu dayanıklığı, bu krize karşı bağışıklığı, yani bir dayanma gücünü veren olaylardır. Bunda ne kadar başarılı olabilirsek ve gene tabi şeye dönüyorum, burda kişilerin de önemi var, yani burdaki insanların profesyonel yaklaşımı, deneyimleri de önemli. Burda ne kadar başarılı olursak siyasetin ekonomiyi çökertme veya çok olumsuz bir noktaya getirebilme şansı da o kadar azalıyor. Bu aslında sizin projeniz, yani sivil toplum projesiyle de çok ilgili. Herhangi bir şeyi bir insandan beklemek veya bir siyasi kurumdan beklemek doğru değil. Toplumda kurumlar, kurullar, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, hatta sanatçılar, sporcular bütün bunlar topluma güç veren unsurlardır. Siyaset bütün bunlara yön verebilen, ayarlayan, gelir dağılımını etkileyen, düzenleyen bir kurum tabi olarak çok önemlidir. Ama siyasi olaylar bir bütünün bir parçasıdır ve her şeyi siyasetten beklemek, her olumlu işi ve her olumsuz işi siyasetten ve siyasetçiden beklemekten bence vazgeçmemiz lazım. Bu konuda da çok önemli adımlar attık ve benim için sizin bu çabanız, sizin bu gücünüz, yani siyasete girmeyin demiyorum tabi, çoğunuz gireceksiniz mutlaka, fakat siyaset her derde deva değil. Birçok derde kendi çapınızda, kendi ilinizde, kendi çevrenizde de çare bulabilirsiniz. Ve toplum güçlü olursa, sivil toplum güçlü olursa, ekonomi güçlü olursa, bakın Oyak Reno 2001 yılında müthiş bir yatırım yaptı, Toyota geldi, hiç kriz falan demeden yatırımını yaptı. Neye güvendi? Türk emeğinin gücüne, kalitesine güvendi, biz bunu yapabiliriz dedi. Kriz falan da dinlemedi, yaptı. Yani güçlü kurumlar çok fazla etkilenmiyor. Giderek bu kurumları çoğaltmamız, güçlerini artırmamız ve Türk toplumunu ve Türk ekonomisini böylece krize karşı korumamız lazım. Ben tekrar size çok çok teşekkür ediyorum... |
|