Home page
Haber Menüsü


 
“Alacakaranlık Kuşağı”
 
Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Faruk Selçuk, yazısında 1970’li yıllardan bu yana “refah trenini” nasıl kaçırdığımızı ele alıyor ve “Ne yapmalı?” sorusuna cevap arıyor.
 
Doç. Dr. Faruk Selçuk
 
12 Ekim—  Geçtiğimiz yirmi yılda Türkiye ekonomisi üzerine yazılan bilimsel makale, tez, rapor, kitap, vb. çalışmaların başlangıç paragrafı hemen hemen aynıdır: “1980 yılında kapsamlı bir dışa açılma ve liberalizasyon programı uygulamaya koyan Türkiye, ihracata dayalı büyüme modeli çerçevesinde başlangıçta yüksek büyüme performansı yakalamış ancak, kamu açıkları ve enflasyonla mücadelede aynı başarıyı gösterememiştir”.

   
 
NTVMSNBC Reklam  
 

  Gerçekten de “24 Ocak kararları” olarak bilinen 1980 yılındaki dışa açılma sonrasında ekonomideki temel reformlar tamamlanmamış, ülkeyi kalıcı, sürdürülebilir ve eşitlikçi bir büyüme patikasına sokacak politikalar uygulamaya konmamış veya konulamamıştır. Dolayısıyla ekonomideki ortalama reel büyüme oranı zaman içerisinde azalma eğilimine girmiştir.
       Öte yandan aynı dönemde kamu kesimi borçlanma gereği ve enflasyon merdivenimsi bir karakter göstererek hızla artmıştır. Bu noktada, bir dönem sık duyulan “Türkiye, hem büyüme hem de yüksek enflasyonu birlikte başarabilen ender ülkelerden biridir” önermesinin yaygın bir yanılsama olduğunu hatırlatmakta yarar var.
       
       Bazı politikacıların ekonomideki gelişmeleri değişik üretim rakamlarıyla çarpıcı bir şekilde sunmaya çalışması artık kanıksadığımız bir şey: “şu kadar köye yol gitti, bu kadar ton falanca malı üretiyoruz, şu kadar kilovat elektrik üretiyoruz, bu kadar kilometre yol yaptık, vs.” Ama geriye dönüp ülke ekonomisinin genel resmine baktığımızda “bir arpa boyu yol gittiğimiz” ortaya çıkıyor. Ekonominin genel performansına yönelik bir başarı değerlendirmesi mutlak olarak (düzey bazında) yapılabileceği gibi (“şu noktadan şu noktaya geldik”), göreceli olarak da yapılmalıdır (“biz bu noktaya gelene kadar başkaları şu noktaya geldi”). Göreceli bir değerlendirme yapıldığında Türkiye’nin “refaha ulaşma” trenini 1980’li yılların sonlarında kaçırdığı anlaşılıyor.

       Avrupa Birliği’nin en fakir iki ülkesi Portekiz ve Yunanistan ile Türkiye arasındaki gelir farkı o yıllardan bu yana hızla artıyor. Yirmi yıl önce 2 bin dolar civarında kişi başına gelir elde eden Portekiz bu yıl bu rakamı 12 bin dolara çıkardı. Benzer şekilde, Yunanistan’daki kişi başına gelir 13 bin dolar. Türkiye ise yıllardır 2-3 bin dolar civarında bir gelire takıldı kaldı. Hesap basit: her yıl üst üste yüzde 7 gibi muazzam bir reel gelir artışı sağlasak dahi, bugünkü Portekiz’in düzeyine ulaşmamız için 25 yıl geçmesi gerekiyor. Bu farkı çarpıcı bir şekilde ortaya koyan yandaki grafiği ekonomi politikalarının belirlenmesinde bir şekilde söz sahibi olan herkesin çerçeveletip çalışma odalarına asmasını isterdim.
       
       Türkiye son 10-15 yılını kamu harcamalarında dozu artan başıbozuklukla bunu finanse etmeye yönelik “sıcak para, hazine bonosu, devlet tahvili” oyunuyla geçirdi. Sonuç olarak 1988 yılında 4 milyar dolar olan iç borç, Temmuz 2001’de 74 milyar dolara dayandı. Bu borcun oluşmasında ve kamu kesiminin bir açmaza sürüklenmesinde en büyük rolün, “erken emeklilik, tarımda hesapsız yüksek destekleme fiyatı, kamu istihdamında ölçüsüz artış, kaynak dağılımında nepotizm, yolsuzluklara yönelik umursamazlık” ilkelerini kendine şiar edinen politik iktidarlar/politikacılara ait olduğunu söyleyebiliriz. Ama bugünkü noktaya gelinmesinde aynı derecede sorumlu olanlar arasında üst düzey politika belirleyicisi bürokratları ve özellikle 1990’lı yıllarda oynanan oyuna seyirci kalan hatta destekleyen iktisat elitlerini ve diğer entelektüelleri de unutmamak gerekir.
       
       İktisat elitleri ve yüksek bürokratların rolüne ilişkin akla gelen ilk örnek 1989 sonrası para ve kur politikalarıdır. Özellikle 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle birlikte, o dönemin para politikası belirleyicileri Türkiye’de bir aptal cenneti doğmasına yol açmışlardı. Ekonomideki diğer gelişmelerden bağımsız olarak Türk Lirasının yabancı paralar karşısındaki değeri kontrol edilmeye çalışılmış ve kurlardaki yüzde artışlar, yurtiçi fiyatlardaki artışların altına çekilmişti. Bu durum, TL borçlanmalarında TL cinsinden sıfır reel faiz oluşsa dahi, expost gerçekleşen faizler yabancı para cinsinden ölçüldüğünde ciddi yüksek faizlerin oluşmasına neden oldu.
       Kamu otoritesi açısından bu politika, yurtiçinden borçlanmayı kolaylaştırmış ve kamu kesimindeki kaçınılmaz reform bir süre daha geciktirilmiştir. Bankacılık ve finans kesimi açısından, yurtdışından yapılacak borçlanmayla sağlanan kaynakların yurtiçinde kamuya borç verilmesi sonucunda borçlanılan döviz cinsinden ciddi oranlarda kar sağlanması mümkün kılınmıştır. Diğer özel kesim açısından ise ortaya çıkan tablo, insanların kendilerini daha zengin hissetmelerine neden olmuştur. Genel fiyat düzeyindeki artışların kurlardaki artışın üzerinde olması, milli gelir rakamlarını ve ekonomideki toplam serveti dolar cinsinden hızla yukarıya çekmiş, başka bir deyişle Türkiye üretmeden zengin olmanın yolunu bulmuş(!) ve “Con Ahmet’in Devri Daim Makinesini” çalıştırmaya başlamıştır.
       
       1990’lı yılların başında ortaya çıkan siyasi tablo, makro göstergelerdeki kaçınılmaz düzeltmenin yaklaştığının sinyallerini veriyordu. Ekonomideki temel dengesizliklere siyasi iktidar tarafından bazı teknik hataların da eklenmesiyle yaşanan 1994 yılındaki kriz, o güne dek izlenen politikalarda anlamlı bir değişikliğe yol açmadı. Ekonomideki aktörler “kamu açıkları, sıcak para, hazine bonosu, devlet tahvili” oyununun baştan çıkarıcı cazibesine tekrar kapıldılar ve 1995-1999 döneminde devlet iç borçlarına ödenen faiz, dolar cinsinden yıllık yüzde 30 olarak gerçekleşti.
       
       İzlenen politikaların sürdürülemezliği tarafsız gözlemciler açısından açıktı. Nihayet, 1990’lı yılların sonunda, özellikle dış dinamiklerin etkisi ve uluslararası kuruluşların yardımıyla bir “yeniden yapılanma ve reform” programı hazırlanıp uygulamaya başlandı. Daha önce 1998 yılında temelleri atılan ve 1999 yılında altyapısı oluşturulup 2000 yılı başında uygulamaya konulan bu “yeniden yapılanma ve reform” programı, başlangıçta bazı ciddi teknik eksiklikler ve zaafiyetler gösterse de esas olarak siyasi nedenlerle sona ermiştir. Program sırasında yaşanan Kasım 2000 krizinin sorumluları arasında politikacılardan daha çok politika uygulayıcıları ön plana çıkmaktadır. Kriz öncesinde 300 milyon dolar sermayeye sahip olan ve 7 milyar dolarlık hazine bonosu - devlet tahvili taşıyan bir bankanın, portföyündeki bu kağıtları program süresince kısa vadeli yükümlülüklerle finanse ettiği anlaşılıyor. Bir bankanın bu denli riskli bir pozisyon oluşturmasında finans kesimini denetleme ve düzenleme görevi taşıyanların ihmali yadsınamaz.
       Öte yandan bu bankanın Kasım 2000 sonunda likidite krizi yaşamasıyla finansal piyasalarda çıkan yangını lokalize edemeyen ve yangının sorumlusunu hızla sistem dışına çıkaramayan parasal otoriteler de aynı şekilde sorumlu sayılabilir. Ama, 19 Şubat 2001’deki gelişmeler Türkiye’nin probleminin iktisadi olmaktan daha çok siyasi olduğunu açığa çıkarmıştır. Belki de bu nedenle, siyasi bir bağlantısı olmayan uluslararası teknokrat Kemal Derviş’in Şubat krizi sonrasında Ekonomiden Sorumlu bakan olarak atanması başlangıçta güçlü bir kamuoyu desteği kazanmıştır.
       
       Kemaş Derviş’in Türkiye’ye gelmesiyle birlikte umutlar, Türkiye’nin iktisadi büyümeyi ön plana alan ve 1990’lı yıllarda uygulanan iktisat politikalarını tamamen terkeden yeni bir yol haritası çizeceği yönünde oluştu. Pek çok profesyonel açısından ilk hayal kırıklığı, Mart 2001’deki uzun tatil dönemi sonrasında açıklanan yeni programla yaşandı. Program, şu anda ekonominin büyümesinin önündeki en önemli engel olan ve kamu sektörünün özel sektörü dışlamasına (crowding out) neden olan iç borç sorununu kökünden çözmeye yönelik herhangi bir önlem içermiyordu. Bu sorunu çözmeden tekrar anlamlı bir büyümenin yakalanması imkansız olduğu için açıklanan program Türkiye’nin bir kez daha “treni kaçırdığı” izlenimini verdi. Şimdi, Türkiye’nin uzun yıllar sürmesi muhtemel bir durgunluk ve fakirleşme sürecine girdiğini, utangaç bir şekilde olsa da Kemal Derviş dahil, herkes kabul ediyor.
       
       Şu anda ekonominin bütün enerjisi 75 milyar dolarlık iç borcu çevirmeye yoğunlaşmış durumda. Oysa bu ekonominin bu borç yükünü kaldıramayacağını aklı selim sahibi herkes kabul ediyor. Bu borcu bir süre daha çevirmek için uygulanacak para ve maliye politikalarının büyümenin önünü daha da tıkayacağı, yoksulluğu artıracağı, toplumsal huzuru bozacağı ortada. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, 2000’li yıllarda Türkiye, 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerininin geçtiği bir süreçten geçme tehlikesiyle karşı karşıya. “Borç sarhoşluğu sonrasındaki başağrısı” (debt hangover) yaşamaya başlayan ekonominin tekrar sağlığına kavuşması acil önlemler gerektirmektedir ve bu süreç uzun yıllar alabilir. Üstelik, özel sektörde de yaşanması kaçınılmaz olan “borç sarhoşluğu başağrısı” henüz bütün şiddetiyle başlamadı. Bu noktada, “ne yapmalı?” sorusuna verilebilecek cevap herhangi bir özgünlük içermiyor:
* Ekonominin tekrar hızlı büyüme trendini yakalaması için öncelikli koşul kredibilitesini tamamen yitirmiş olan bu hükümetin yerine, güçlü bir kamuoyu desteği olan bir başka hükümetin iş başına gelmesidir. Son seçimlerin üç büyük partisinden oluşan ama ülkedeki sekiz kişiden yedisinin desteklemediği bir hükümetle “istikrar ve güçlü ekonomiye geçiş” hayal ötesi birşey. Dolayısıyla, alınacak herhangi bir önlemin, uygulanacak herhangi bir politikanın başarılı olabilmesinin ön koşulu işbaşındaki siyasi iktidarın gitmesidir.
* İktisaden çözülmesi gereken en acil sorun iç borç. İç borcun reel değerini ciddi ölçüde düşürerek ve ortalama vadesini uzatarak ekonomiye nefes aldıracak bir “borcun yeniden yapılandırılması” programını adil ve bir defalık bir vergi uygulamasıyla finanse etmek mümkündür. Uzun süredir tasarruf sahiplerini tedirgin eden ve yurtdışına ciddi ölçüde sermaye çıkışına neden olan bu kaçınılmaz vergi sonrasında “ters sermaye akışı” başlayacaktır. Buradaki kritik nokta, Türkiye’nin artık tekrar bir iç borç oyununa girmeyeceğinin ve kamu kesimi dengesinde kalıcı iyileşmeler sağlayacağının sinyallerini güçlü bir şekilde vermesi ve ekonomideki aktörleri buna ikna etmesidir.
* Finans ve enformasyon kesiminde “ayak sürünerek” yapılan reformlar hızlandırılarak bu kesimde sermaye sahipliğinin ve sermaye yapısının güçlendirilmesi gerekir. Hukuken; kontratların yaptırım gücünün yüksek olması, özel mülkiyet hakkının layıkıyla korunması, haberleşme özgürlüğünün güvence altına alınması gibi bir piyasa ekonomisinin sağlıklı çalışması için gerekli altyapının oluşturulması ön plana çıkmalıdır.
* Bugünkü mevzuatla Türkiye’de kısa vadeli yabancı sermaye giriş-çıkışı sınırsız bir şekilde serbest, uzun vadeli yabancı sermaye girişi ise adeta yasak olup çıkışı teşvik edilmektedir. Sermaye hareketleri kamu açıklarının finansmanını kolaylaştırma amacına değil, ekonomideki toplam yatırım ve üretimi artırma hedefine yönelik olarak yeniden düzenlenmelidir.
* Yeniden hızlı büyümenin yakalanması için kimi çevreler tarafından öne sürülen “kamu harcamalarının artırılması” içinde bulunduğumuz durumu daha da ağırlaştırır ve çözüm değildir. Kamuda harcama disiplininin devam etmesi şart. Belki harcamaların kompozisyonu (verimsiz harcamalardan yatırım harcamalarına doğru) değişebilir. Ama daha önce, kamu kesimince yapılan bütün harcamaların bütçe içerisinde şeffaf bir şekilde yer alması sağlanmalıdır. İstisnasız bütün harcamaların.
* TC vatandaşı olan herkese yıllık beyanname verme zorunluluğu getirilmelidir. OECD içerisinde rekor düzeylere varan bütün vergi oranlarında indirime gidilmesi, geçici bir süre için bazı vergilerin sıfırlanması, ömür boyu iş garantisi veren “memurluk” sisteminin geniş ölçüde daraltılması kaçınılmazdır.
       
       Listeyi daha da uzatmak mümkün. Ama ön koşul olarak ortaya çıkan “hükümet, iç borç yapılandırılması” sorunlarının çözüleceğine dair en ufak bir belirti olmaması, yazıyı daha fazla uzatmayı gereksiz kılıyor. Yazık, tren bir kez daha kaçıyor ve Türkiye tekrar “alacakaranlık kuşağına” giriyor.
       .........................................................................................
       Not: Bu yazı 11 Eylül 2001’de ABD’de meydana gelen olayların muhtemel etkileri gözönüne alınmadan yazılmıştır. Üzülerek ifade etmek gerekirse bu olaylar, “alacakaranlık kuşağına girme” sürecini hızlandıracağa benziyor.
       
       _____________________________________________
       Doç. Dr. Faruk Selçuk’un bu yazısı Doğu - Batı dergisinin Kasım 2001 sayısında yayınlanacaktır.
 
       
    TOP5 Bankaların kara tahtaları siliniyor  
     
 
  NTVMSNBC KULLANICILARININ TOP 10'u  
 

Bu haberi diğer okuyucularımıza tavsiye eder misiniz?
hayır   1  -   2  -   3  -   4  -   5  -  6  -  7  kesinlikle

 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Ana Sayfa | Güncel | Dünya | Ekonomi | Sağlık | Yaşam | Teknoloji | Kültür & Sanat | Spor | Hava Durumu | Haber Özetleri | Arama | NTVMSNBC Hakkında | Yardım | Spor Yardım | Tüm Haberler |
Araçlar | NTVMSNBC Reklam Seçenekleri | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları