Home page

Haber Menüsü


Tayfun Öneş
 
Onu yazmazsam olmaz...
 
Öyle olmayacak Hagi, öyle olmayacak. Seni izlemeye gelen tribünlerde Türkçe’yi bile düzgün konuşamayan bizler 5 senedir avazımız çıktığı kadar ve en net ifadeyle nasıl bağırıyorduk bir hatırlasana...
 
Tayfun Öneş.
NTV-MSNBC
 
4 Haziran—  Yıllardır Yeşilköy’de otururum. Galatasaraylı futbolcuların hemen hepsi ikamet için Florya Metin Oktay tesislerine yakın olması sebebiyle ya bizim semti ya da komşu semtlerden (Yeşilyurt, Florya, Ataköy) birini tercih eder. Etmeyenler en azından antrenman sonrası bir şeyler atıştırmaya ya da alış veriş yapmaya buralara gelir. Dolayısıyla Galatasaray’ın Avrupa Şampiyonluğu’nu yakalamış kadrosundaki tüm oyuncuları Taffarel’i, Popescu’yu, Okan’ı, Ergün’ü, her iki Hakan’ı, Capone’u ve diğerlerini en az bir kez maç ortamı dışında da görebilmiş biriyim. Bir tek onu (üstelik Yeşilköy’de oturduğunu bildiğim halde) görmek nasip olmadı. Sokakta yürürken gözlerim onu aramasa da sarı kırmızılı bir futbolcuya her rastladığımda o geldi aklıma ve kendime “Yahu bu adam hiç mi dışarı çıkmaz,? Ne yer ne içer, nerede gezer?” diye sorduğum çok oldu.

   
 
       
    MSNBC News Sarı-lacivertliler erdi muradına...
MSNBC News Bu-ra-sı Tür-ki-ye bur-da in-saf yok !
MSNBC News Waldir Pereira Didi...
MSNBC News Bir derbinin ardından
 
NTVMSNBC Reklam  
 

 
       Geçen sezonun sonunda spor yazarı Ahmet Çakır tarafından kaleme alınmış bir yazı dizisinde onun profesyonellik anlayışı da konu ediliyordu. Nasıl yaşadığı, daha doğrusu futbolu nasıl bir yaşam biçimi haline getirdiği çeşitli örneklerle anlatılıyordu. Genellikle antrenman sahasına en erken o gider, en son o terk edermiş. Futbol topundan ayrıldığı saatlerde doğru ailesinin yanına gider, evine kapanırmış. Aldığı milyonlarca doları harcama biçimindeki tercihler sıralaması diğer oyuncularınkiyle pek örtüşmezmiş. Örneğin: O, BMW ya da Mercedes’e değil Tempra’ya binermiş. (Doğrusu ben de onu diğerleri gibi son model bir arabanın direksiyonunda sağda solda gezinirken ve genç kızlara hava atıp, delikanlılara caka satarken yakalayabileceğimi zaten hiç düşlememiştim.)
       
       “İnsanı güzel yapan aklıdır” derdi babam... O lafın etkisinden sanırım, onun sıradan bir adam görüntüsündeki yüzü bile (hele zekice attığı goller sonrasında bembeyaz dişleriyle güldüğü anlarda) bana yakışıklı geliyordu.
       Ben (futbola böylesine tutkun olan ben) dünyaya biraz geç gelmişliğime en çok şu 3 efsane ismin aktif futbolculuğuna yetişemediğim için üzülürdüm. Metin Oktay, Lefter ve Can Bartu.
       Ben o üç futbolcuyu (bilgisayarlarımızdaki sıkıştırma programları gibi) hayallerimde “zip”leyiveriyor, sanki üçünü de onda topluyordum. O benim için adeta Metin, Lefter ve Can’ı kaçırmış olmanın avuntusu, onları seyredebilmiş olmayı düşlerken daldığım o güzel uykularda gördüğüm rüyaların gerçeğe dönmüş haliydi.
       
       Ona hiçbir bencil hareketinden dolayı kızamadım, ona kızanlara ve kızdıranlara kızdım hep. Ona maçlarda şimdiye kadar duyduğum en negatif duygu en fazlasından üzüntü oldu. 6 hafta ceza aldığında mesela, “hak etti” diye düşünmüştüm de kızamamıştım yine... Sanki arada bir çığırından çıkmayı bile bir tek o hak ediyordu. Ve üzülmüştüm... Bizleri 5 senedir davet ettiği şölenden, zaten sonları yaklaşan ve bir daha kolay kolay gelmeyecek bir şölenden bir anda 6 hafta birden eksilivermişti işte.
       O bana Galatasaray’ın bu dönem inanılmaz basiretsizlikte bir yönetim sergileyen, bu kadar başarıya rağmen o kadar borcu nasıl becerdiklerini bir türlü anlayamadığım yöneticilerini bile sevdirmişti sanki. Kupa(lar) müzede ve kongre salonlarında o yöneticilerin kürsülerinde duruversin, onu izlettirdiler ya bana gönül oylarımın bir kısmını almışlardı işte.
       
       O, o kadar dürüsttü ki 5 sezon sonunda kendisine salatalık(!) gibi uzatılmış bir mikrofonda “Futbolda en mutlu günlerini Türkiye’de geçirdin değil mi?” diye üst üste aynı soruyu sorup ille de “evet” cevabını bekleyen bir muhabire reyting uğruna “evet” demek yerine “Steaua Bükreş’teki günlerim de güzeldi, Barcelona’daki günlerim de, buradaki günlerim de...” diyordu. Onu örnek alanlar, onun onda biri olamadan şımarmayı kendilerinde hak görmüşlerdi de bir İstiklal Marşı seremonisinde nasıl durulacağını bile ondan öğrenememiş, sakız çiğnemeye devam etmişlerdi. Onu kıskananlar da çok olmuştu elbet; hatta son döneminde onu bir başka hırçın ve fakat psikopat bir Fransız’la aynı kefeye bile koyabilecek(!) kadar kıskanmışlardı onu. O giderayak “Bazen sinirlendiğim oldu, özür dilerim” demek için kullanmıştı kendisine uzatılan mikrofonları. Ve başkalarının “Efsane geri döndü” kutlamalarına denk gelen günlerde o sessiz sedasız bir efsane gibi geri dönmüştü ülkesine...
       
       Onu son sayısına konuk eden World Soccer dergisine “Ben yoksul ve küçük bir köyde dünyaya geldim, hayvanların arasında büyüdüm, hayatım mücadeleyle geçti. Bu yüzden de hatalara değil beni durdurmaya çalışan haksızlıklara katlanamıyorum” demiş ve eklemişti : “Korkarım ki, yıllar sonra güzel hareketlerimden, attığım onca güzel golden çok rakiplere yaptığım fauller, gördüğüm kartlarla hatırlanacağım...”
       (O Romanya’dan bu satırları okur mu bilemem ama çok isterim şu sözlerimi duymasını...)
       Öyle olmayacak Hagi, öyle olmayacak.
       Seni izlemeye gelen tribünlerde Türkçe’yi bile düzgün konuşamayan bizler 5 senedir avazımız çıktığı kadar ve en net ifadeyle nasıl bağırıyorduk bir hatırlasana:
       I LOVE YOU HAGI... I LOVE YOU HAGI...
 
 
   
 
 
NTVMSNBC   NTVMSNBC 'ye iyi erisim için
Microsoft Internet Explorer
Windows Media Player   kullanın
 
   
  Spor Kapak | Futbol | EURO2000 | World2000 | Basketbol | NBA | Formula1 | Motor Sporları
Tenis | Olimpiyat | Diğer | Foto Galeri | Yardım | Araçlar | Arama |Bize Yazın
Reklam | Hukuki Şartlar & Gizlilik Hakları